26. Orta Çağ ve Türk Dönemi Kazıları ve Sanat Tarihi Araştırmaları Kitabı

26. Orta Çağ ve Türk Dönemi Kazıları ve Sanat Tarihi Araştırmaları Kitabı

 

Editör:  Prof. Dr. Candan ÜLKÜ, Dr. Halil ELEMANA

 

Yayın Tarihi: Şubat 2024

 

ISBN: 978-975-17-5730-2

 

Sayfa Sayısı: 1816

 

 

 

BİLDİRİLER


I.Aleksios Komnenos ve II. Ioannis Komnenos (Tondolar)

Yılmaz Büktel – Zuhal Çelik

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0039

Sayfalar: 1-44

Venedik’te La Angaran meydanında ve Washington Dumbarton Oaks
Koleksiyonunda bulunan iki Tondo bu çalışmanın konusudur. Yuvarlak biçimli
resim ya da kabartmaları tanımlamakta kullanılan terim Tondo’dur.
Tondo kelimesi İtalyanca yuvarlak anlamına gelen rotondo kelimesinden
türetilmiş ve kısaltılmıştır. Tek başına veya eş imparatorlarla birlikte temsil
edilen imparatorun ya da imparatoriçenin hiyerarşik görüntüsü, mühürlerde
ve diğer nesnelerde görülmektedir. İmparatorluğun görkemini ve evrensel
çekiciliğini aktarmak amaçlanmıştır. Böyle bir görüntünün vazgeçilmez
unsuru imparatorluk nişanlarıdır: taç, chlamys veya özenle işlenmiş loros,
labarum veya asa ve globus cruciger veya akakia. Özellikle iki tondoda,
imparator önden, bir suppedion üzerinde ayakta, taç ve çapraz loros ile
uzun bir pelerin giymiş olarak tasvir edilmiştir. Sağ eli, dört topakla çevrili
bir baklava dilimi ile süslenmiş dikdörtgen bir panelde biten uzun bir
labarumu tutarken, sol eli, tabanından filizler çıkan globus cruciger’i bir
çapraz haç ile tepesinde destekler. Tondolar üzerlerindeki imparator portrelerini
tanımlamak; esas alarak Bizans kurşun mühürleri ve diğer tasvirli
eserler üzerindeki benzer temsillerle karşılaştırarak açıklanmasına katkıda
bulunmak için ortaya bu çalışma fikri çıkmıştır. Tondo’ların Konstantinopolis’ten
IV. Haçlı seferi sırasında yağmalandığı ve blok mermerden aynı
atölyede üretildiği hipotezleri üzerine çalışma şekillenmiştir. Mühürler ve
sikkeler imparatorluk portrelerinin incelenmesi için çok önemli bir kaynak oluşturduğundan ve bu açıdan geçmiş çalışmalarda zaten kullanılmış olduğundan,
karşılaştırma için kullanılan en önemli eserlerdir. Mühürler üzerindeki
imparatorluk portreleri dışında bu çalışmada, Bizans hükümdarlarına
ait mühürler ve ayrıca tesseralar üzerindeki imparatorluk portreleri, el
yazmaları, mermer kabartmalar da dikkate alınmıştır.

The two Tondos in La Angaran Square in Venice and in the Washington
Dumbarton Oaks Collection are the subject of this study. The term used to
describe round shaped pictures or reliefs is Tondo. The word tondo is derived
from the Italian word rotondo, which means round and is abbreviated. The
hierarchical image of the emperor or empress, represented alone or with
co-emperors, appears on seals and other objects. It is aimed to convey the
splendor and universal appeal of the empire. An indispensable element
of such an image are imperial insignia: a crown, chlamys or elaborate
loros, labarum or scepter, and globus cruciger or akakia. Especially in two
tondos, the emperor is depicted from the front, standing on a suppedion,
wearing a long cloak with a crown and crossed loros. His right hand holds
a long labarum ending in a rectangular panel decorated with a lozenge
surrounded by four lumps, while his left hand supports the globus cruciger,
from which shoots emerge from its base, topped by a cross. Tondos identify
the portraits of the emperors on them; The idea of this study has emerged to
contribute to the explanation by comparing it with similar representations
on Byzantine lead seals and other depicted works. The study was shaped
on the hypotheses that the Tondos were looted from Constantinople during
the IV Crusade and were produced in the same workshop from block
marble. Seals and coins are the most important works for comparison, as
they are a very important resource for the study of imperial portraits and
have already been used in previous works in this respect. Apart from the
imperial portraits on the seals, seals belonging to Byzantine rulers as well
as imperial portraits, manuscripts and marble reliefs on tesserae were also
taken into account in this study.


Türk Halk Mimarisinin Eril Mekanları: “Kayseri Köy Odalarından Örnekler”

Aslı Sağıroğlu Arslan

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0040

Sayfalar:45-86

İslam ve Türk kültürü içerisinde misafir ağırlamak kutsal kabul edilen
önemli bir unsurdur. Türk kültüründe misafir “tanrı misafiri” olarak düşünülmüş
ve her daim önem verilmiştir. Ev sahibi tanrı misafiri saydığı bu
kişinin duasını alabilmek için onun gönlünü elinden geldiğince hoş tutmaya
çalışmaktadır.
Orta Asya’dan günümüze kadar süregelen “tanrı misafiri” kavramında
misafir kişinin gece konaklaması amacıyla düşünülen otağ, oda kavramlarının
varlığı kaynaklarda geçmektedir. Orta Asya Türk kültüründe bu
misafir kişi için ayrı otağ, oda açılır ve misafirin geceyi burada geçirmesi
sağlanırdı. Günümüze kadar devam eden bu gelenek zamanla köy odası
kavramını doğurmuştur. Anadolu’da birçok köyde halen bu geleneği devam
ettiren köy odaları yalnız dışarıdan gelen misafirlerin konaklaması
amacıyla değil, uzun süren kış gecelerinde köy erkeklerinin toplanıp, sohbet
ettiği, çeşitli cönklerin okunduğu, yöresel oyunların oynandığı, bunun
yanı sıra sosyal dayanışmanın da eril mekânlardır. Bu odalar yöresel olarak
köy odası, kabile odası, büyük oda, hanedan odası, eril odalar, yaren odası
gibi isimlerle de anılmaktadır. Köy odaları, köy halkının imece usulü ya
da köyün ileri gelen zenginleri tarafından inşa ettirilmiş ve köy halkının
kullanımına sunulmuşlardır.
Bu bildirinin konusu Kayseri İl merkezine bağlı köylerde yer alan halk
mimarisinin ürünlerinden altı adet köy odasıdır. Bahse konu köy odaları,
mimari ve süsleme açısından incelenerek bilim dünyasına tanıtılacaktır.
Ayrıca bu köy odalarının sosyal işlevlerine değinilerek, Türk halk kültürü içerisindeki yeri belirlenmeye çalışılacaktır. Araştırmada bu köy odaların
mimari özelliklerine değinmeden önce köy odalarının hangi amaçla yapıldığı,
Türk kültürü açısından önemleri hakkında bilgi verilecek olup, köy
odalarındaki geleneklerden de bahsedilecektir.

In Islamic and Turkish culture, hosting guests is an important element
that is considered sacred. In Turkish culture, the guest has turned into the
concept of “guest of god”. The host tries to please his heart as much as
possible in order to receive the prayer of the god guest.
In the concept of “god guest”, which has continued from Central Asia
to the present, the existence of the concepts of tent and room, which is
considered for the night’s stay of the guest, is mentioned in the sources.
In the Central Asian Turkish culture, a separate room was opened for the
guest and the guest was provided to spend the night there. This tradition,
which continues until today, gave birth to the concept of village room over
time. Many villages in Anatolia have village chambers, which are products
of Turkish folk architecture that continues this tradition. The function of
these rooms is not only for the guests coming from outside. Village rooms
are masculine places where village men gather, chat, read various stories,
play local games and display social solidarity on long winter nights. These
structures are also locally referred to by names such as village room, tribal
room, great room, dynasty room, masculine rooms, friend’s room. Village
chambers were built by the people of the village in a cooperative way or
by the rich people of the village and were offered to the use of the village
people.
The subject of this paper is six village chambers from folk architecture
products found in some villages of Kayseri. The village rooms in the
study will be examined in detail in terms of architecture and decoration;
will be introduced. In addition, in this study, the social functions of these
village chambers will be mentioned and their place in Turkish folk culture
will be tried to be determined. The most important aim of this research is
to document and transfer the important immovable cultural assets of folk
architecture, which lost their old functions over time and were destroyed
by natural and human hands, to future generations.


Müze Ve Telefon Uygulamaları

Tuğba Batuhan

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0041

Sayfalar: 87-102

Dünyanın dijital çağ ile kuşandığı, insanların bulundukları ortamlarda
gelişen olaylar ile durumlara odaklanmak yerine telefon ekranından gözlerini
alamadıkları mutlak bir gerçekliktir. Teknoloji kolay ulaşılan, her
geçen an gelişen, kendini hiç durmaksızın yenileyen bir konumda iken müzelerin
buna kayıtsız kalması beklenemez. Bunun neticesinde, yaratıcı tarihin
sergilendiği müzeler artık mekanlardan çıkarak telefon uygulamaları
içindeki yerini almıştır. Müzeler, tanınırlığını ve görünürlüğünü arttırmak,
aynı zamanda daha zengin, daha derin ve daha hızlı ziyaretçi deneyimi geliştirmek
amacıyla teknolojinin sürükleyici ve etkileşimli dünyasına dahil
olmuştur. Bu çalışmada, müze uygulamalarının Türkiye ve dünya örnekleri
üzerinden içerikleri, uygulamalar arasındaki benzerlik ve farklılıkları
değerlendirilerek, fiziki müzeyle karşılaştırıldığında getirdiği yenilik ve
bakış açısı ele alınacaktır.

The digital age has surrounded the world, and people no longer take
their eyes off the phone screen in their hands instead of looking at the
events or situations around them. Technology is now in a position that is
easily accessible, constantly developing, and continuously renewing itself
non-stop, and it is one of the institutions that are not indifferent to this in
museums. As a result, museums, where creative history is exhibited, now
move beyond the venues and take their place among phone applications.
Museums are in the immersive and interactive world of technology to increase
their recognition and visibility, as well as to develop a richer, deeper,
and faster visitor experience. This study discusses the content of museum
applications through examples from Turkey and the world by evaluating
the similarities and differences between the applications and the innovation
and perspective compared to the physical museum.


Beçin Kalesi ve Orta Çağ Kenti 2021 Yılı Kazı, Koruma ve Onarım Çalışmaları

Kadir Pektaş

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0042

Sayfalar: 103-132

Kültür ve Turizm Bakanlığı, Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel
Müdürlüğü’nün izni doğrultusunda Muğla İli, Milas İlçesi, Beçin
Kalesi’nde 2021 yılında yapılan kazı, restorasyon ve depo çalışmaları,
yıl boyu sürmüştür. 2021 yılında yıl boyu devam eden çalışmalar beş
farklı alanda sürdürülmüştür. Kazı çalışmalarının yanında restorasyon
ve belgeleme çalışmalarına ağırlık verilmiştir. Yelli Camii ve Kale Önü
Çeşmesinin restorasyon uygulaması tamamlanmış, Kubbeli Çeşmenin
restorasyonuna başlanmıştır.
İç Kale’de Beylikler ve Osmanlı katmanını belirginleştirmek daha sonra
daha alttaki katmanlara ulaşmak için Kale Hamamı’nın güneydoğusunda,
çevresine göre nispeten daha yüksek kotta bulunan CT54 ve CT55 plan
karelerinde kazı yapılmıştır. Kazılarla üst kottaki iki mekânın ortasında,
ev olarak kullanıldığını düşündüğümüz biri daha geniş ve birbirine bitişik
üç mekân ortaya çıkarılmıştır. Kazı ve elek çalışmalarında çok sayıda
farklı dönem izlerini taşıyan seramik, metal, taş, mermer vb. eserlere
rastlanılmıştır. Bu eserlerden biri Kilya tipi figürine ait baş kısmı olup Geç
Kalkolitik – Erken Tunç çağına tarihlenmektedir.
Kubbeli Çeşme’nin yanında, CJ 58-59 plan karelerine denk gelen
kuyu ve merdivenli kısımda çalışmalar yürütülmüştür. Dış ölçüleri 1.30 x
1.40 m kuyunun bulunduğu kuyunun yürüme zemininden -19 m derinliğe
indiği tespit edilmiş, kuyunun duvarlarında toplam 11 adet niş saptanmıştır.
Çeşme ve önündeki kuyu ile ilişkilendirilen arkadaki basamaklı yapıda kazılar kuyudaki çalışmalarla koşut devam etmiştir. Merdivenli bölüm kuyuya
birleşene kadar 5 dönüş yapmakta ve yaklaşık 15 m kadar inmektedir.
Bu bölümlerde üst örtünün tamamen çökmüş olduğu anlaşılmıştır.
Farklı dönemlere ait seramik grubu tabakalanma gözetmeksizin Tunç
çağından Klasik döneme kadar farklı dönemlere tarihlenmektedir. Açığa
çıkarılan pişmiş toprak eserler mimari terakotalar, seramikler ve pişmiş
toprak figürinler olmak üzere üçe ayrılmaktadır. Bunların yanında az sayıda
cam, metal, kemik buluntu ele geçmiştir. Figürinler, tabure yada arkalığı
olmayan bir taht üzerinde oturan kadın, poloslu ayakta duran rahip yada rahibe,
belden yukarısı çıplak omuzdan sarkan kithonlu rahip, elinde phiale
ve baston tutan rahip ve Aphrodite Eros’lu örneklerdir.
Menteşe Mezarlığı’nın güneybatı köşesinde küçük çaplı bir kazı yapılmıştır.
Ortaya çıkarılan yapının kare planlı mekân ile kapı açıklığının
bulunduğu cephesinde bir giriş mekânından meydana geldiği tespit edilmiştir.
Üçgöz Hanı’nın restorasyon projesine yönelik olarak yürütülen
kazılarda yapının çevresinde sonradan eklenmiş mekânlar ortaya
çıkarılmıştır.
İç Kale girişinin güneyindeki sarnıcın zemininin ortaya çıkarılması
için kuzey doğu yönde sondaj yapılmış, -2.70 m seviyede sıva zemin
ortaya çıkarılmıştır. Beşik tonozla kapatılan bu sarnıcın yaklaşık 381.15
metreküp su topladığı anlaşılmıştır.
2021 yılında kazı çalışmalarında çok sayıda sikke, çeşitli metal obje
ile sırlı ve sırsız seramik parçaları ele geçirilmiştir.


Alımlama, Benimsenme ve Yenilik Tanzimat Döneminden İtibaren Osmanlı Görsel Sanatlarında Yeni Bir Söz Varlığı

Giulia Bei- Maria Pia Ester Cristaldi

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0043

Sayfalar: 133-146

Bu çalışmanın temel amacı Tanzimat dönemi ile başlayan dil yenilemesi
içinde bir modernleşme süreci olarak Avrupa sanat dilinin benimsenişi
beraberinde yenilenen sanat terimlerini incelemektir. 1839 Gülhane
Fermanı ile başlayan Tanzimat dönemi, Osmanlı İmparatorluğu’nda bir reform
ve modernleşme sürecinin başlangıcını işaret etmiştir. Bu süreç; başta
idari ve eğitim kurumları olmak üzere imparatorluğun edebiyat, tiyatro ve
sanat gibi kültürel alanlar dâhil her yönünü etkilemiştir. Tanzimat Dönemi;
Osmanlı görsel kültürünün Avrupa geleneği içerisinde gelişen sanat pratiklerini,
motiflerini, tekniklerini benimseme sürecine tanık olmuştur. Görsel
sanatlara artan ilgi; sanat tarihi ve sanatın toplum içerisindeki rolü üzerine
pek canlı bir tartışmayı da beraberinde getirmiş, yeni bir sözlük ihtiyacını
doğurmuştur. Bu anlamda, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren sanat
ve edebiyat dilini modernleştirmenin gerekliliğini tartışan Ahmet Mithat,
Ziya Paşa ve Tevfik Fikret gibi Osmanlı aydınlarının çalışmaları önem taşımaktadır.
Öte yandan Fransız dilinin etkisi ve Fransa’dan gelen kültürel
tartışmalar bu dil yenilenmesine katkıda bulunmuştur. 1901 – 1914 yılları
arasında çıkarılan Osmanlı Ressamlar Cemiyeti Mecmuası, 1915 tarihli
Mehmet Vahit Bey’nin Bazı Istılâhât-ı Mühimme-i Sınâiye Hakkında Mü-
tâlaât başlıklı risalesi, 1921 – 1922 yılları arasında Celal Esad Arseven tarafından
hazırlanan Fransızca’dan Türkçe’ye ve Türkçe’den Fransızca’ya
Sanat Kamusu; bu dönemde Osmanlı ortamında sanat söyleminin ve terminolojisinin
yenilenmesine ve bu terimlerin yaygınlaşmasına doğru atılan
adımlara sadece birkaç örnektir. Sonuç olarak bu çalışmada; Tanzimat dönemi ile başlayan dil yenilemesi içinde sanat kavramı ve sanat terminolojisi
üzerine yazılmış yazılar, denemeler ve sözlüklerden yola çıkarak
günümüz sanat tarihi yazımına yol açan dil tartışmalarını irdelemek ve bu
yönde ilerideki incelemelere zemin hazırlamak amaçlanmıştır.

The Tanzimat Era, which started with the 1839 Gülhane Edict, marked
the beginning of a reform and modernization process in the Ottoman
Empire. This process affected every aspect of the life of the empire. The
Tanzimat brought changes in the fields of culture and art. Concerning the
latter, this era witnessed the incorporation of art practices, motifs, and techniques-
developed within the European tradition- in the Ottoman visual
culture. The increased interest in the visual arts opened the floor for
a discussion on the history of art and the role of art in society. From the
latter, it emerged the need for a new vocabulary of visual arts in the Ottoman
world. In this sense, the studies of Ottoman intellectuals- such as
Ahmet Mithat, Ziya Pasha, and Tevfik Fikret- who discussed the necessity
of modernising the language of art and literature since the second half of
the 19th century played an important role. Moreover, the influence of the
French language and the cultural debates from France contributed to the
process of linguistic renewal. In this context, the Ottoman Painters Society
Journal published between 1901 and 1914, Mehmet Vahit Bey’s treatise
Bazı Istılâhât-ı Mühimme-i Sınâiye Hakkında Mütâlaât dated 1915 and the
Dictionary of Art from French to Turkish and Turkish to French, published
by Celal Esad Arseven between 1921 and 1922, represent some important
milestones towards the renewal of the artistic discourse and the terminology
of arts in this period.
The aim of this study is to analyse the reception, appropriation, and
innovation of the language of art from the European artistic context as part
of a modernization process from the Tanzimat Era onwards. Moreover, this
research aims at opening venues for further studies concerning the concept
of art and art terminology in the Late Ottoman Era.


Kütahya Müzesi Deposu’ndaki Çini Fırını Malzemeleri ve Üretim Aşamalarına Katkıları

Begüm Buğdaycı

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0044

Sayfalar: 147-176

Kütahya Müzesi deposunda Türk Dönemi seramik buluntuları içerisinde
çeşitli tipte ve çok sayıda çini fırını malzemesi mevcuttur. Bu fırın
malzemeleri arasında üçayak, semer (karpuz), raf ayakları, simit, yastık,
iğne, çeşni fragmanı, frit topağı ve cüruf atıkları dikkati çeker. Ayrıca fırın
malzemesi olabileceğini düşündüğümüz ve plaka amacıyla kullanılmış ızgara
benzeri kilden parçalar da yer almaktadır.
Kütahya Müzesi deposunda yoğun miktarda görülen fırın malzemelerinden
birçoğunun buluntu yeri bilinmemektedir. Ancak, Faruk Şahin’in
doktora tezinde bir bölümünü çalıştığı bu buluntuların, Kütahya merkezdeki
1979-1991 yılı hafriyat kazılarından çıkarılıp müzeye teslim edilen
malzemeler olması çok güçlü bir ihtimaldir. Kütahya merkezde gerçekleştirilen
bu hafriyat kazılarının 1986, 1989 ve 1990 yılı çalışmalarında;
bir adet çini fırını ve iki adet de çini fırınına ait ateşlik bölümü kalıntısı
bulunmuştur. Bu fırın ve ateşlik kalıntıları, Kütahya seramiklerinin üretim
teknolojisi ve pişirim aşamalarına katkı sağlayan fırın malzemelerini sunması
açısından oldukça önemlidir. Belirli bir ada-paftada gerçekleştirilen
ve içlerinde Kütahya fırınlarından çıkarılan çeşitli dönem seramikleri ile
fırın malzemelerinin de yer aldığı bu buluntuların fotoğrafları Faruk Şahin’in
doktora tezinde yer almamaktadır. Bu az sayıdaki fırın malzemeleri
de yalnızca birkaç dergide yayımlanmış ve çeşitli tipleriyle tanıtılmamıştır.
Günümüzde hafriyat kazılarında bulunan çini fırını ve kalıntıları haricinde
Kütahya’da fırın kazısının yapılmaması, depodaki malzemenin hafriyat
kazılarından müzeye getirildiğini göstermektedir.

Çalışmanın konusunu, bugüne kadar çok az bilgi edinebildiğimiz Kütahya’daki
çini fırınlarının üretim aşamasını destekleyen fırın malzemeleri
oluşturmaktadır. Pişirime yardım eden bu farklı tipteki fırın malzemeleri,
kullanım amaçlarıyla birlikte tanıtılmıştır. Ayrıca, incelediğimiz fırın malzemeleri,
İznik ağırlıklı olmak üzere diğer merkezlerdeki örneklerle karşılaştırılarak
üretim teknolojilerindeki benzerlikler veya farklılıklar tespit
edilmiştir. Kullanım şekli bilinmeyen malzemeler üzerinde ise çeşitli denemeler
yapılarak konuya dair önerilerde bulunulmuştur.

Various types and many tile kiln materials belonging to the Ottoman
Period are available in the warehouse of the Kütahya Museum. These kiln
materials include tripod, saddle (globe), rack legs, bustle pipe, cushion
forms, needles, fragment of firing tester, frit pellets and slag wastes as the
major findings. There are also pieces of clay similar to the grate that we
think may be the kiln material and used for plate purposes.
Findspot of various kiln materials included intensely in inventory of
Kütahya Museum are not known. However, it is highly likely that such
findings are the materials unearthed during excavations held between 1979-
1991 in the center of Kütahya and delivered to the museum, a part of which
has been the subject matter of doctoral dissertation of Faruk Şahin. During
the excavations in the center of Kütahya carried out in 1986, 1989 and
1990, remnants of a tile kiln and two firepans belonging to the tile kiln have
been found. Such remnants of kiln and firepans are of great importance in
terms of providing kiln materials contributing to production technologies
and burning stages of Kütahya ceramics. Photographs of these findings,
including ceramics and kiln materials belonging to various periods and
Kütahya kilns and unearthed during excavations carried out in a certain
map section, has taken no part of in doctoral thesis of Faruk Şahin. Such
rare kiln materials, which have been published in several journals, have
not been introduced by their variant types. As there has been no excavation
made for kilns in Kütahya other than the ones during which remnants of
tile kiln was found, it is shown that the materials in inventory have been
carried to the museum from such excavation.
In the Ottoman Period, as of the mid-15th century, ceramic masters
have discovered two different production techniques as rack-legged and
tray burning, as well as tripod ceramic firing process. This innovation
in production technology has also been reflected in the firing materials
and the craftsperson required various intermediate support materials in
ceramic firing process. These tile kiln materials, which are located in the warehouse of the Kütahya Museum and constitute the subject of the study,
provides certain clues regarding the Ottoman Period ceramic production
technology in Kütahya. The fact that the excavation sites do not provide
stratigraphy prevents the dating process from being performed accurately.
For this reason, the materials of the tile kiln could only be provided within
a certain date range as a result of comparative studies. While the tripods
from the kiln materials in the warehouse are dated to the 14-15th century,
all other firing tools are evaluated to be dated within the range of mid-15th-
18th century.
In the study, the materials of the tile kiln in Kütahya, where we have
been able to obtain very little information so far, were introduced with
various samples and their intended use. In a few tile kiln materials with
the use style we could not determine, various suggestions have been made
by demonstrating the trials on the subject. In addition, the firing materials
we have examined were compared with the samples in other production
centers, mainly in İznik, and the similarities or differences in production
technologies have been revealed accordingly.


Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi İstanbul Resim ve Heykel Müzesi Osman Hamdi Bey Koleksiyonuna Ait Belgeler İle “Yazmalı Kadın” Adlı Eserin Konservasyon Süreci ve Sergilenmesi

M. Nilüfer Kiraz-Buket Özdemir

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0045

Sayfalar:177-204

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi İstanbul Resim ve Heykel
Müzesi’nin, Osmanlının son dönemlerinden günümüze uzanan ve yaklaşık
12 bin eseri içeren koleksiyonu; resim, heykel, kâğıt eser gibi farklı
malzemelerden oluşmaktadır. Müzenin en önemli eser gruplarından birini
oluşturan Osman Hamdi Bey Koleksiyonu, yağlıboya tablolar dışında;
Osman Hamdi Bey’e verilmiş fahri doktora, onursal üyelik, berat, katılım
belgesi gibi kâğıt eserleri de içermektedir. Bu koleksiyona ait kâğıt eserler
20 adet belgeden oluşmaktadır. Osman Hamdi Bey tarafından yapılmış
olan “Yazmalı Kadın” adlı resim ise, sanatçının karışık teknikle ve kâğıt
üzerine üretilmiş az sayıda çalışmasından biridir.
Müzenin 2022 yılında kademeli olarak yeniden açılması sürecinde ve
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nin 140. yıl etkinlikleri kapsamında,
1 Nisan 2022 tarihinde “Osman Hamdi Bey Sergisi” açılmıştır. Bu serginin
hazırlıkları dahilinde 20 adet kâğıt belge ile “Yazmalı Kadın” adlı eserin
konservasyon çalışmaları tamamlanmış ve sergilemeye hazır hale getirilmiştir.
Gerek sanatçının diğer eserleri içerisindeki ünik niteliği gerekse taşıyıcısı
olan kâğıdın farklılığı dolayısıyla “Yazmalı Kadın” kapsamlı çalışmalar
yapılması gerektiren bir eserdir. Tüm bu eserlerin konservasyonu sırasında
yapılan uygulamalar, bu uygulamalar öncesinde gerçekleştirilen tetkik ve
teşhis aşamaları bu çalışmanın kapsamını oluşturmaktadır.

Mimar Sinan Güzel Sanatlar University Mimar Sinan University of
Fine Arts-Istanbul Painting and Sculpture Museum’s collection, which
includes approximately 12 thousand works from the last periods of the
Ottoman Empire to the present day; It consists of different materials such
as paintings, sculptures and paper works. Osman Hamdi Bey Collection,
which constitutes one of the most important artwork groups of the museum,
apart from oil paintings; It also includes paper works such as honorary
doctorate, honorary membership, certificate and participation certificate
given to Osman Hamdi Bey. Paper works belonging to this collection consist
of 20 documents. The painting “Woman With Head Covering”, made by
Osman Hamdi Bey, is one of the few works of the artist made with mixed
technique and on paper. During the gradual reopening of the museum in
2022 and as part of the 140th anniversary events of Mimar Sinan University
of Fine Arts, the “Osman Hamdi Bey Exhibition” was opened on April 1,
2022. As part of the preparations for this exhibition, the conservation work
of 20 paper documents and the work “Woman With Head Covering” has
been completed and made ready to be exhibited. Due to the uniqueness of
the artist in his works and the difference of the paper, more comprehensive
studies should be done on the work called “Woman With Head Covering”
and it is the main element of this statement. The applications made during
the conservation of all these works, the examination and diagnosis stages
carried out before these applications, constitute the content of the paper.


Değişim ve Dönüşüm Sürecinde Haliç Kuzey Kıyılarının Tarihsel Gelişimi Üzerine: Sütlüce, Hasköy ve Kasımpaşa

Burcu Alarslan Uludaş

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0046

Sayfalar: 205-248

Osmanlı öncesinde daha çok kırsal bir alan olarak görülen Haliç’in
Sütlüce, Hasköy, Kasımpaşa’yı takip ederek Azapkapı’ya ilerleyen ve Karaköy’de
sonlanan kuzey kıyıları, Osmanlı döneminde fetihten itibaren değişmeye
başlar. Fetihle birlikte Okmeydanı yamaçlarından Hasköy’e inen
alanda kurulan hasbahçe ve çevresinde başlayan küçük yapılaşma Haliç
kuzey kıyılarında yerleşimin ilk çekirdeğini oluşturmuştur. Kasımpaşa
Hasköy arasında Osmanlı’nın donanma merkezi olan Tersane-i Amire kurulmasıyla
Kasımpaşa önemli bir imar alanı haline gelir. Tersane-i Amire’nin
ve çevresinde buna bağlı yapılaşmanın çoğalması Haliç siluetinin
bu bölgede değişmesine sebep olmuştur. XVIII . yüzyılda Haliç’in kuzey
kıyısında Kasımpaşa, Piri Paşa, Hasköy ve Sütlüce semtleri önemli ve devamlı
yerleşim merkezleri olmuştur. Sanayi alanlarının XX. yüzyılda yoğunlaşmasına
bağlı olarak Haliç ve çevresinde, plansız yapılaşmayla ve
gecekondulaşmayla birlikte tarihi alanlar özgün karakterlerini yitirmeye
başlamıştır.
Kentin merkezinde yer alan bir sanayi alanına dönüşmüş olan Haliç;
çevresel sorunlar, kaçak yapılaşma ve giderek tarihi alanların terk edilmesi
sonucu değerini yitiren yoksulluk mekanları çöküntü alanları haline
gelmişti. Son yirmi yıl içinde Haliç’in kuzey kıyısı ve yakın çevresindeki
endüstri yapıları, eğitim, müze ve kültür amaçlı dönüşüm projeleriyle yeni kimlikler kazanmaktadır. Sütlüce mezbahasının bir kongre merkezine dönüşmesi,
Lengerhane ve Hasköy tersanelerinin müze olarak işlev kazandırılması
ve şimdi Taşkızak ve Camialtı tersanelerinin “Tersane İstanbul”
projesiyle gündemde olması Haliç için başka bir dönemin başladığını işaret
etmektedir. Haliç’in dönüşümünü hedefleyen bütün projeler, yan yana
dizilen kültür yapıları ve turizm alanlarıyla tarif ediliyor gibi görünmektedir.
Ancak endüstri mirasını oluşturan yapı ve alanların tarihsel, kentsel ve
mekansal ilişkileriyle taşıdıkları referanslar mutlaka kapsamlı bir mekansal
okumayı ve sağlam bir tarih bilgisini de gerektirmektedir. Bu bildiride
Fetihten günümüze; Haliç’te, Sütlüce’den başlayarak Hasköy ve Kasımpaşa
semtlerini de içine alan ve Azapkapı’ya kadar uzanan kuzey kıyı şeridi
ve çevresinin tarihsel gelişimi ele alınacaktır.
Bu çalışmada yöntem olarak, literatür ve görsel kaynak araştırması
kullanılmıştır. Eski harita, fotoğraf, kartpostal ve gravürler taranmış, kapsam
çerçevesinde konuyla ilgili olabilecek yazılı kaynaklar incelenmiştir.

The northern shores of the Golden Horn, seen as a rural area before the
Ottoman Empire, started to change after the conquest during the Ottoman
period. The small settlement that started in Hasbahçe and its surroundings,
established in the area descending from Okmeydanı slopes to Hasköy
after the conquest, formed the first core of the settlement on the northern
shores of the Golden Horn. One of the most important zoning areas is the
Kasımpaşa region with the establishment of Tersane-i Amire, the Ottoman
navy center, between Kasımpaşa and Hasköy. The increase in the construction
of Tersane-i Amire and its surroundings caused the silhouette of the
Golden Horn to change in this region. In the 19th century, Kasımpaşa, Piri
Paşa, Hasköy and Sütlüce districts on the northern shore of the Golden
Horn became important and permanent settlements. Due to the industrial
areas intensified in the 20th century, historical areas began to lose their original
character with slums and unplanned construction in and around the
Golden Horn.
The Golden Horn, which had turned into an industrial area in the center
of the city, became urban deteriorated areas because of environmental
problems, illegal construction, and the abandonment of historical areas. In
the last two decades, industrial structures on the northern shore of the Golden
Horn and its immediate surroundings have started to function by gaining
new identities with educational, museum and cultural transformation
projects. The transformation of the Sütlüce slaughterhouse into a congress
center, the use of Lengerhane (Anchorhouse) and Hasköy shipyards as museums,
and the fact that Taşkızak and Camialtı shipyards are now on the
agenda with the “Shipyard Istanbul” project indicate that another period
has begun for the Golden Horn. All projects aiming at the transformation
of the Golden Horn seem to describe them with cultural structures and tourism
areas located side by side. However, the references that the buildings
and areas that make up the industrial heritage carry with their historical,
urban, and spatial relations require a comprehensive spatial reading and a solid historical knowledge. The historical development from the Conquest
to the present, of the northern coastline and its surroundings in the Golden
Horn, starting from Sütlüce, including the districts of Hasköy and Kasımpaşa
and extending to Azapkapı, will be discussed in this symposium proceeding.
Literature and visual source research were used as a method in the
study. Printed/digital old maps, photographs, postcards and engravings and
thesis, articles, books, documents, and travelogues that could be related to
the subject were examined within the scope.


Cennet Kapıda Tasarım Ayrıntıları Divriği Külliyesi Mimari Plastiğinden Bir Kesit

Mustafa Bulut

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0047

Sayfalar: 249-264

Anadolu Selçuklu dönemi taçkapıları arasında Divriği Ulu Camii taçkapılarının
ayrı bir önemi vardır. Bu taçkapılar arasında da Cennet Kapı
adıyla bilinen kuzey taçkapı diğerlerinden farklı biçimde yapılmış bezeme
yoğunluğu ile dikkati çekmektedir. Yapı ve taçkapılar hakkında yapılan
yayınlarda bezemedeki bu yoğunluğa dikkat çekilmiş, taçkapıların yapısal
bazı özelliklerine araştırmalarda sınırlı yer verilirken bazı özelliklerine ise
hiç değinilmemiştir. Bu bağlamda araştırmada; taçkapıda kullanılan kesme
taşların örgü şekilleri üzerinde durulacak, giriş açıklığının üzerindeki düz
kemerin kesme taşları ayrıntılı olarak ele alınacak ve taçkapıdaki kakma
tekniğinde yapılan taşlar ve bu tekniğin taçkapı üzerinde kullanılma sebepleri
ayrıntılı olarak ele alınacaktır.
Anadolu Selçuklu dönemi boyunca kesme taş malzemeyle yapılan
bütün yapılar taşların derzlerinin alt ve üstündeki taşların yaklaşık olarak
ortalarına gelecek şekilde dizilmesiyle oluşturulmuştur. Yani şaşırtmalı
olarak birbiri üzerine yerleştirilen taşlar duvar yapım tekniğinin ana ilkesi
olmuştur. Ancak Divriği Ulu Camii Kuzey taçkapısının inşasında bu tekniğin
göz ardı edildiği, taşların daha çok bordürler dâhilinde birbiri üzerine
yerleştirildiği tespit edilmiştir.
Anadolu Selçuklu yapılarında düz kemerler ya geçmeli taşlarla ya da
düşeydeki yüzeyleri pahlanan taşlarla yapılmıştır. Divriği Ulu Camii Kuzey
taçkapısında giriş açıklığının üzerindeki düz kemer ise taşların kemer
taşı formatından tamamen çıktığı kendine özgü bir hal almıştır. Diğer düz
kemerlerde düşeyde pahlanan taş yüzeyleri Kuzey Taçkapı düz kemerinde
yatayda pahlanarak eşsiz bir tasarım elde edilmiştir.
Kakma tekniği Anadolu Selçuklu yapılarında genelde renkli taşlar
kullanılarak yapılmıştır. Büyük ölçekli taşların yüzeylerinin oyulması ve
bu bölümlere küçük ölçekli renkli taş malzemenin kakılmasıyla oluşmaktadır.
Dönem yapıları itibariyle kakma tekniği daha çok geometrik bezeme
üzerinde görülmektedir ve kakılan taşla renkli taş yüzeylerinin eşit yükseltide
oldukları dikkati çekmektedir. Divriği Ulu Camii Kuzey taçkapısındaki
kakma tekniğindeki taşlar ise hem renkli değildir hem de kakıldığı
taştan daha yüksek yapılmıştır. Kakılan taşların büyük bölümünün de
derzleri kapattığı görülmektedir. Böylelikle derzler büyük oranda takip
edilememektedir ve giriş açıklığı üzerindeki düz kemerin kilit sisteminin
çözülebilmesi zorlaştırılmıştır.

The northern shores of the Golden Horn, seen as a rural area before the
Ottoman Empire, started to change after the conquest during the Ottoman
period. The small settlement that started in Hasbahçe and its surroundings,
established in the area descending from Okmeydanı slopes to Hasköy
after the conquest, formed the first core of the settlement on the northern
shores of the Golden Horn. One of the most important zoning areas is the
Kasımpaşa region with the establishment of Tersane-i Amire, the Ottoman
navy center, between Kasımpaşa and Hasköy. The increase in the construction
of Tersane-i Amire and its surroundings caused the silhouette of the
Golden Horn to change in this region. In the 19th century, Kasımpaşa, Piri
Paşa, Hasköy and Sütlüce districts on the northern shore of the Golden
Horn became important and permanent settlements. Due to the industrial
areas intensified in the 20th century, historical areas began to lose their original
character with slums and unplanned construction in and around the
Golden Horn.
The Golden Horn, which had turned into an industrial area in the center
of the city, became urban deteriorated areas because of environmental
problems, illegal construction, and the abandonment of historical areas. In
the last two decades, industrial structures on the northern shore of the Golden
Horn and its immediate surroundings have started to function by gaining
new identities with educational, museum and cultural transformation
projects. The transformation of the Sütlüce slaughterhouse into a congress
center, the use of Lengerhane (Anchorhouse) and Hasköy shipyards as museums,
and the fact that Taşkızak and Camialtı shipyards are now on the
agenda with the “Shipyard Istanbul” project indicate that another period
has begun for the Golden Horn. All projects aiming at the transformation
of the Golden Horn seem to describe them with cultural structures and tourism
areas located side by side. However, the references that the buildings
and areas that make up the industrial heritage carry with their historical,
urban, and spatial relations require a comprehensive spatial reading and a solid historical knowledge. The historical development from the Conquest
to the present, of the northern coastline and its surroundings in the Golden
Horn, starting from Sütlüce, including the districts of Hasköy and Kasımpaşa
and extending to Azapkapı, will be discussed in this symposium proceeding.
Literature and visual source research were used as a method in the
study. Printed/digital old maps, photographs, postcards and engravings and
thesis, articles, books, documents, and travelogues that could be related to
the subject were examined within the scope.


Delhi Bada Gumbad Külliyesi Üzerine Bir Değerlendirme

Mehmet TOP – Özgün CAN

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0048

Sayfalar: 265-298

Tarih boyunca birçok medeniyete ev sahipliği yapmış olan Hint topraklarında
Türk-İslâm medeniyeti önemli bir yer teşkil etmektedir. Gazneliler
ile Gurlulardan sonra Hindistan’da kalıcı etki yaratan Delhi Sultanlığı
ve Babür İmparatorluğu ile beraber yeni bir kültür ve sanat anlayışı ortaya
çıkmıştır. Hint-Türk-İslâm sanatı olarak adlandırılan bu dönem eserleri
Hindistan’daki İslâmi devletlerin sanatsal ve kültürel faaliyetlerinin büyük
bir kısmını oluşturmaktadır. Özellikle kök salma ve İslâm’ı yayma amacı
ile mimari alanda birçok eser yaptırılmıştır.
Günümüzde ‘Lodi Bahçesi’ olarak adlandırılan arkeolojik alan Delhi
Sultanlığı ve Babür döneminden farklı mimari formları bir arada sunması
bakımından oldukça önemlidir. Bu makale kapsamında yerinde yapılan
incelemeler sonucunda Lodi Bahçesinde yer alan ve Lodi hanedanı döneminde
yaptırılmış olan Bada Gumbad, Cuma Camii,Mehman Khana ve
Shish Gumbad incelenecektir.Külliye özelliği teşkil eden bu yapılar plan,
mimari, süsleme açısından ele alınıp Hint-Türk-İslâm sentezi unsurları,
üslup ve estetik açıdan değerlendirilecektir.

The Turkish-Islamic civilization constitutes an important place in the
Indian lands, which has hosted many civilizations throughout history. After
the Ghaznavids and Gurus, a new understanding of culture and art emerged
with the Delhi Sultanate and the Mughal Empire, which had a lasting
impact on India. The works of this period, called Indo-Turkish-Islamic art,
constitute a large part of the artistic and cultural activities of the Islamic
states in India. Especially in the field of architecture, many works have
been built on the purpose of rooting and spreading Islam.
The archaeological site, which is called now ‘Lodhi Garden’, is very
important in terms of presenting different architectural forms from the
Delhi Sultanate and the Mughal period. Within the scope of this article,
Bada Gumbad, Cuma Mosque, MehmanKhana and Shish Gumbad, which
are located in the Lodi Garden and were built during the Lodi dynasty, will
be examined as a result of on-site investigations. These structures, which
are the characteristics of a social complex, will be discussed in terms of
plan, architecture and decoration, and will be evaluated in terms of Indo-
Turkish-Islamic synthesis elements, style and aesthetics.


Trabzon Ayasofyası Mezar Nişleri Hakkında Bir Değerlendirme

Demet Okuyucu – Emrah Yücel

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0050

Sayfalar: 299-324

Ayasofya, Trabzon Eski Kent surlarının 1,8 km. batısında ve Karadeniz
sahilinden yaklaşık olarak 100 m. içeride Fatih mahallesinde bulmaktadır.
Yapı İstanbul’un Latinler tarafından işgal edilmesi sonucu Trabzon’
a gelen ve 1204 yılında Trabzon İmparatorluğunu kuran Komnenos Ailesinden
I. Manuel (1238-1263) tarafından 1250-1260 yılları arasında bir
manastır kilisesi olarak yaptırılmıştır.
Öncelikle Hıristiyan ritüellerine mekân olmak üzere inşa edilen kiliselerin
bu temel misyonları dışında ideoloji, kültür ve siyasi duruşların
mesajlarını da vermeleri Ortodoks dünyasında olağandır. Trabzon Ayasofya’sının
banisi İmparator I. Manuel Komnenos bu yapıyı inşa ettirirken
tanrıya bağlılığını, inancını, erdemlerini ve tanrıyı yüceltmek için maddi
kaynaklarını ne denli adayabildiğini göstermiştir.
Yapının üzerine inşa edildiği, doğuda yarım daire şekilde kıvrılan dikdörtgen
formlu, platform içerisine kuzey tarafta on, güneyde sekiz olmak
üzere toplam 18 mezar nişi açılmıştır. Kuzeyde bulunanlar günümüzde
toprak altında kalmış, güneybatıda bulunanlardan ikisine merdivenle inilerek
ulaşılmaktadır. Bunlardan doğuda bulunanının yüzeyinde ise 15. yüzyıla
ait fresko tekniği ile yapılmış duvar resimleri bulunmaktadır.
Bu çalışmada duvar resimleri bulunan mezar nişi başta olmak üzere,
yapının üzerinde yükseldiği platformda bulunan mezar nişleri incelenecektir.
Bu doğrultuda Ayasofya’nın bir diğer işlevine; İmparatorluğun mezar şapeli olarak da tasarlanan, bir ölü gömme yeri olduğuna dikkat çekilecektir.

Hagia Sophia is located in Fatih district, 1.8 km west of the Trabzon
Old City walls and approximately 100 m inland from the Black Sea coast.
The structure was built as a monastery church between 1250-1260 by
Manuel I (1238-1263) from the Komnenos Family, who came to Trabzon
as a result of the occupation of Istanbul by the Latins and founded the
Trabzon Empire in 1204.
It is usual in the Orthodox world that churches, which were built
primarily as places for Christian rituals, also give messages of ideology,
culture and political stances apart from these basic missions. Emperor
Manuel I Komnenos, the founder of Trabzon Hagia Sophia, showed his
devotion to God, belief, and virtues and how much he devoted his material
resources to glorify God.
A total of 18 burial niches, ten on the north and eight on the south, were
dug into the rectangular shaped platform that curved in a semi-circle in the
east on which the building was built. The ones in the north are buried under
the ground today, and two of the ones in the southwest can be reached by
descending a ladder. There are frescoes from the 15th century on the surface
of the one in the east.
In this study, the grave niches on the platform on which the building
rises, especially the grave niche with wall paintings, will be evaluated. In
this direction, another function of Hagia Sophia will be noted that: it was
a burial place, which was also designed as the burial chapel of the Empire.


Aksaray Müzesi’nden Bir Başyapıt Selçuklu Üslubunda Yapılmış Madeni Bir İbrik Üzerine Düşünceler

Savaş Maraşlı – Yusuf Altın

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0051

Sayfalar: 325-352

Müzelerde üzerine akademik çalışma yapılmayı bekleyen çok özel
eşyalar vardır. Bunlardan biri de hakkında fazla malumat bulunmayan Aksaray
Müzesi ibriğidir. Bakır alaşımlı malzemeden yapılan gümüş kakmalı
ibrik sahip olduğu malzeme, form, üslup ve bezeme özellikleri ile ait
olduğu çağın zevk ve taleplerini yansıtır. İslâm kültür çevresinde suyun
günlük hayatta kullanımıyla ilgili araçlardan olan ibrikler farklı dönem ve
kültürlerde çeşitli malzemelerden yapılarak günümüze ulaşmışlardır. Ancak
maden sanatındaki örnekleri, İslâm sanatları içerisinde adeta temsilci
konumundadır.
12-13. yüzyıllarda Anadolu’da üretilen Türkiye ve dünyadaki çeşitli
müze ve koleksiyonlara dağılmış az sayıda madeni eserin büyük çoğunluğu
Anadolu Selçuklu ve Artuklu dönemine ait olup bunlar şamdan, buhurdan,
kandil zarfı, ayna, ibrikler, taslar, havan, kapı tokmakları gibi daha
çok günlük kullanım eşyaları ve az sayıda heykel ve figürinden oluşmaktadır.
Aksaray ibriğinin ise üretim yeri ve yılı gibi bilgilerine sahip değiliz.
Ancak fiziksel özellikleri belirli bir dönem ve bölgeye işaret etmektedir.
Bu sebeple eserin tanıtılmasının ve literatüre dahil edilmesinin önemli olduğunu
düşünmekteyiz.
İbrik mevcut halinde boyun kısmından yukarısı ve kulpu eksik olarak
günümüze ulaşmıştır. Bu yüzden orijinal şekli hakkındaki değerlendirmeler çağdaşı olduğu düşünülen benzer örnekler üzerinden ortaya konmuştur.
Üzerinde yazı kuşağının yer aldığı içbükey kaide üzerinde yükselen gövde,
on iki köşeli düz panellerle çevrelenmiş olup her bir panel on iki burca
karşılık olarak onikigen oluşturacak şekilde düz plakalardan oluşturulmuştur.
Elbette ibriğin en gösterişli tarafı dilimli madalyonlar içerisine tasvir
edilen burçlar kuşağıdır. Ayrıca omuz kısmındaki dairesel döngüde, gövde
ve kaide üzerinde farklı yazı kuşakları görülmektedir. İbrik bu haliyle yazılı
bir belge niteliğinde olup tasvir sanatları açısından da özel bir statüye
sahiptir.

Very special artifacts are available in museums awaiting to be
academically studied on. One of them is the ewer in Aksaray Museum
about which there is no sufficient information. This silver inlaid ewer
made of copper alloy material reflects the tastes and demands of the age
it belongs, with its form, style and ornamentation features. Ewers, one of
the tools related to the use of water in daily life in the Islamic culture
environment, have been made of various materials in different periods and
cultures and have reached to the present day. However, their examples in
the metal art are virtually the representatives of Islamic arts.
The majority of a few metal artifacts produced in Anatolia during 12th and
13th centuries that have scattered to various museums and collections in Turkey
and all around the world mostly belong to Anatolian Seljuk and Artuqid periods.
These artifacts comprise of mostly daily use items such as candlesticks, censers,
open-work lamps, mirrors, ewers, bowls, mortars and doorknockers and a few
sculptures and figurines. No information is available about where and when the
Aksaray ewer was produced. However, its physical characteristics indicate a
specific period and region. Therefore, we are of the opinion that it is important
this artifact to be introduced and included in the literature.
In its current condition, the ewer has reached present day with its handle
and the part above neck missing. For this reason, the assessments regarding
its original shape were revealed through similar examples that are thought
to be its contemporary. The body rising on the concave pedestal on which
inscription band is located is circled by 12-corner flat panels, and each panel
was created from flat slabs in such a way as to form dodecagon corresponding
to the twelve signs of the Zodiac. The most spectacular side of the ewer is,
of course, the zodiacal belt depicted inside lobed medallions. In addition,
different inscription bands are seen in the circular cycle of its shoulder part
and body and pedestal. In its current state, the ewer is an attribution of a
written document and carries a special status in terms of depiction arts.


Türkiye Müzelerindeki Geçici Sergilerin Öneminin Tekstil Sanatı Bağlamında Değerlendirilmesi

Yasemin Masaracı – Sema Hatun Türker

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0052

Sayfalar: 353-368

Müzeler daimi sergileri yanında, yeni müzecilik yöntemleri doğrultusunda
birçok farklı alanda geçici sergiler hazırlamaktadır. Geçici sergilerin
amaçlarından olan bilginin bir sonraki kuşaklara doğru aktarılmaya çalışılması
günümüzde daha fazla önem kazanmıştır. Böylece geçici sergilerle
müzeler; sadece daimi koleksiyonun sergilendiği alanlar olmaktan çıkarak,
çağdaş bir yaklaşımla, ziyaretçisine dolayısıyla topluma yeni ifade biçimleriyle
yeni şeyler sunmaktadırlar. Bu bakış açısıyla Türkiye müzelerinde
son zamanlarda açılmış, geçici sergiler arasında yer alan tekstil sanatı sergileri
sayılarının da az olması sebebiyle ayrıcalıklı bir değere sahip olmaktadırlar.
Tekstil sanatının çağdaş yorumlanarak müzelerdeki geçici sergiler
aracılığıyla sunulması, bu sanatın daha geniş çevrelerle paylaşılmasını
sağlamakla birlikte bu alanda yapılan akademik tekstil çalışmaların sergilenmesi
olanağını da sunmaktadır.
Bu doğrultuda hazırlanan çalışmada Türkiye müzelerinde son yıllarda
açılmış geçici sergiler arasındaki “Tekstil sanatı sergileri” ele alınmıştır.
Sergiler kronolojik olarak listelenmiş, içerikleri müzelerdeki sergileme
yöntemleriyle birlikte incelenmiştir. Böylece müzelerdeki geçici sergilerin
öneminin yanı sıra bunların tekstil sanatına katkıları da vurgulanmıştır.

In addition to its permanent exhibitions, museums are currently
preparing temporary exhibitions in many different areas in line with new
museum methods. Trying to transfer the knowledge, which is one of the
purposes of temporary exhibitions, to the next generations has gained
more importance today. Thus, museums with temporary exhibitions; they
are no longer just the areas where the permanent collection is exhibited,
but they offer new things with a contemporary approach, new forms of
expression to the visitors and thus to the society. From this point of view,
the low number of textile art exhibitions, which are among the temporary
exhibitions recently opened in Turkish museums, also adds a privileged
value to them.
Contemporary interpretation of textile art through temporary
exhibitions in museums enables the art of textiles to be shared with wider
circles. It also offers the opportunity to exhibit academic studies on this
subject.
In this study which is prepared in this direction, “Textile art exhibitions”
among the temporary exhibitions opened in museums in Turkey in recent
years are discussed. The exhibitions are listed chronologically and their
contents are examined together with the exhibition methods in museums.
Thus, besides the importance of temporary exhibitions in museums, their
contribution to textile art was emphasized.


Mardin Kalesi 2021 Yılı Arkeolojik Kazı Çalışmaları

Evindar Yeşilbaş – Fehime Acat Akgül

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0053

Sayfalar: 369-394

Mardin Kalesi, deniz seviyesinden yaklaşık olarak 1000-1100m yükseklikteki
bir sırt üzerinde kurulan Mardin şehrinin 100m kadar yukarısında
falez şeklinde kayalıklar üzerinde yer almaktadır. Kale, tepenin zirvesinde
Mezopotamya ovasına hâkim bir konumdadır. Doğu-batı doğrultusunda
uzanan kale, doğuda 1200m batıda 1180 m yüksekliğe sahiptir.
Şehrin nüvesini oluşturan Mardin Kalesi’nin tarihi ve kültürel haritasını
tespite yönelik kazı çalışmalarına çok geç kalındığını belirtmek gerekir.
2014, 2015, 2017, 2018,2020 ve 2021 yıllarında Mardin Müze Müdürlüğü
tarafından gerçekleştirilen kale kazıları kısa süreli çalışmalar olup,
Kale Camii çevresinde gerçekleştirilmiştir. Bu kazılar sayesinde Ortaçağ
ve Osmanlı Dönemi kale mimarisine yönelik buluntular kısmen de olsa ortaya
çıkarılmıştır. 2021 yılı kazı çalışmaları önceki dönemlerde ortaya çıkarılan
çalışmaların devamlılığını sağlamak amacıyla yine Kale Cami’nin
batısındaki revaklı alan ve avlu içerisinde gerçekleştirilmiştir. Caminin harim
kısmı kuzeybatı kesimindeki revaklı avlu olarak düşünülen mekânda,
toprak altında kalan arkeolojik ve mimari verilerin netleşmesi amaçlanarak
çalışmalar sürdürülmüştür. Kazılarda mimari mekanların yanında lüle, sikke,
pişmiş topraktan obje ve sırlı sırsız seramik kap parçaları gibi küçük
buluntular da elde edilmiştir.
Bu bildirideki amacımız, 2021 yılı içerisinde Mardin Kalesinde yürütülen
Kazı ve Konservasyon çalışmalarını detaylarıyla birlikte sanat tarihi
camiasına sunmaktır.

Mardin Castle was built on a ridge approximately 1000-1100m above
sea level. It is located on cliffs in the form of a cliff, about 100 meters above
the main city. The castle is in a position dominating the Mesopotamian
plain at the top of the hill. It extends in an east-west direction. It has an
altitude of 1200 m in the east and 1180 m in the west.
It should be noted that the excavations to determine the historical
and cultural map of the Mardin Castle, which forms the core of the city,
were too late. Short-term studies were carried out by the Mardin Museum
Directorate around the Kale Mosque in 2014, 2015, 2017, 2018, 2020
and 2021. As a result of these excavations, finds related to medieval and
Ottoman period castle architecture were unearthed, albeit partially. The
excavations in 2021 were carried out in the Kale Mosque area and the
courtyard in order to ensure the continuity of the works unearthed in
previous periods. In this place, studies were carried out in order to reveal
the archaeological and architectural data that remained under the ground.
In addition to the architectural spaces, small finds such as pipe bowls,
coins, terracotta objects and glazed unglazed ceramic pot fragments were
also obtained during the excavations.
Our aim in this paper is to summarize the excavation works in 2021.
It also explains the Excavation and Conservation works carried out in
Mardin Castle in 2021.


Deyrü’l Zafaran El Yazması Minyatürleri Üzerine Bir İnceleme

Evren Yılmaz – Kübra Uğraş

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0054

Sayfalar: 395-414

Elyazması kutsal kitaplardaki minyatürlerin kutsal metinlerdeki meselleri
naklediş biçimleri, daima müminler üzerinde hayli etkili olmuştur.
Süryani sanatında da parşömen ve kâğıt üzerine çok sayıda el yazması üretilmiştir.
Bu örnekler arasında yer alan Deyrü’l Zafaran El Yazması’ndaki
betimler, üretim süreçlerinde baki olan malum saikler dışında özellikle üslupsal
açıdan dikkat çekmektedir. Söz konusu el yazması üzerine yapılan
tez çalışmasında, bu el yazmasındaki her minyatürün her detayı incelenmiş
ve diğer minyatürlerdeki ilgili detaylarla karşılaştırılmıştır. Ancak bildiri
metninde konu, minyatürlerden mümkün mertebe çok örnek üzerinde karşılaştırmaya
elverişli olan üç temayla, figürlerin yüzlerinin, giysilerinin ve
fizyonomilerinin betimlenmesindeki üslup özelliklerinin karşılaştırma ve
tartışmasıyla sınırlandırılmıştır.
Mardin Syr. 41/2 numaralı, Süryanilere ait Deyrü’l Zafaran El Yazması’nda,
mesellere dayanarak yapılan betimlerde mimari strüktür, topografik
biçimler, bitki örtüsü, figürlerin beden yapıları ve suretleri, mimikler, jestler,
beden dilleri gibi unsurların, hatta giysi kıvrımlarının betim özellikleri
biçemsel, teknik ortaklıklar ve farklılıklar açısından bir üslup çeşitliliğini
işaret etmektedir. Bu el yazması minyatürlerinin bitkisel ve geometrik örgelerle bezeli olarak gruplandırılabilen, zengin bordür süslemeleri de farklı
örneklerle karşılaştırmaya tabi tutulabilmektedir. Yapılan analiz ve karşılaştırmalar,
bu el yazmasının minyatürlerinin birden çok ustanın emeğiyle
meydana getirilmiş olabileceği kanaatini destekleyecek veriler ortaya
koymaktadır. Kimlikleri belirlenemese de bir minyatürde hangi ustanın
hangi detayı çalıştığı ya da bir detay konusunda uzmanlaşıp onun el yazmasındaki
bütün çeşitlemelerini betimlediği hususlarında güçlü ipuçları
tespit edilebilmiştir. Tespit edilen bu ipuçlarına göre, mimari ögelerde üç,
topografik biçimlerde üç, bitki örtüsünde dört ayrı ustanın; figürlerde ise,
İsa’da altı, Meryem ve kadın figürlerinde iki, meleklerde iki ve diğer kalabalık
figürlerin betimlenmesinde üç, giysilerin betimlenmesinde ise altı
ayrı ustanın çalışmış olabileceği kanaati oluşmuştur.
Süryani sanatı alanında ülkemizde son dönemde sevindirici araştırmalar
yapılıyor olsa da, özellikle kitap resimleri ve geleneksel sanatlar
bağlamında halen detaylı çalışılması gereken çok fazla eserin varlığından
söz edilebilir. Bu minvalde Süryani sanatının betim geleneğini irdelemenin
yanı sıra Deyrü’l Zafaran El Yazması’ndaki betimleri hem kendi içerisinde
hem de çağdaşı ya da kültürel, coğrafi teması olan sanat geleneklerinin
üretimleriyle biçemsel ve teknik ve ikonografik açıdan karşılaştırmalar yaparak,
bu eserdeki ve Süryani minyatürlerindeki etkileşimler hususundaki
tartışmalara katkıda bulunmak amaçlanmıştır.

Influences of the way miniatures of manuscripts convey parables in
Holy Scriptures is considerably important. In Syriac art, many manuscripts
on parchment and/or paper manuscript were produced. Deyrü’l Zafaran
Manuscript is a special example of those. The miniatures in it are remarkable
in terms of artistic style, except for the motives that prevailing the
production process. The thesis on this manuscript examines every detail of
the every miniatures and compares with the related details of the other miniatures
in the manuscript. However the present text limits the subject to
the comparison and the discussion on the stylistic characteristics of the depictions
of three subtheme – which allow to make comparisons on as many
examples as possible- i.e. the facial features, expressions and the clothings.
In the parables based depictions of Syriac Deyrü’l Zafaran Manuscript,
descriptive features of the elements such as architectural structures,
land forms, vegetation, configurations of faces and bodies, mimics, gestures,
indicate a stylistic diversity in terms of technical and stylistic differences
and likenesses. The two groups of borders, adorned with vegetal or
geometric patterns and have very rich ornamentations, are also comparable
to different examples. These depictions can be compared to other periodically,
geographically, iconographically related examples, in terms of technical
and stylistic features and also in terms of qualifications such as general
settings of miniatures, the draperies of figures clothing and diversities
in the brush strokes etc. The comparisons and analyses give clues which
support the notion that the miniatures may have been created by the labors
of more than one painter. Although it is not possible to determine their
identities, analyses gave strong clues about which detail of a miniature had been painted by which painter, or about that one painter had mastered
to depict a specific detail, such as faces or trees, and then depicted all the
variations of them in the manuscript. In the light of those clues, it has been
concluded that three different painters worked on architectural elements,
and another three painters on land forms, three different painters on the
vegetation. As for the the figures, it is deduced that six different painters
may have worked on the depictions of Jesus Christ, two different ones on
the Virgin and other women, and another two painters may have painted
the angels and three painters on other crowded gatherings, and six different
masters may have worked on the depiction of clothings.
Yet there have been pleasing researches in the field of Syriac Art recently
in our country, there are still many works, especially in miniatures
and traditional arts, need to be studied in detail. And the aim of the thesis
in question, and of the present text based on it, to examine the tradition of
depiction in Syriac Art and to make a humble contribution to the literature
and discussions about stylistic and iconographic interactions influenced
the depiction style of miniature paintings of Deyrü’l Zafaran Manuscript,
and Syriac maniatures generally, through the comparisons between the miniatures
of manuscript itself and between them and periodically, geographically,
culturally related examples.


Sivas İlçelerindeki Geç Osmanlı Dönemi Eğitim Yapılarından Örnekler

Hacar Zor – Ebru Bilget Fataha

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0055

Sayfalar: 415- 436

Sivas’ın Gölova, Gürün, Hafik, İmranlı, Suşehri, Yıldızeli ilçelerinde
bulunan, Tanzimat Fermanı’ndan Cumhuriyet’in ilanına (1839-1923) kadar
olan süreçte inşa edilmiş olan eğitim yapıları çalışmamızın konusunu
oluşturmaktadır. Çalışmamızda, günümüze ulaşan eğitim yapıları, Osmanlı
arşiv belgelerinde geçen eski yer adları, ilçelerin dönemi içindeki önemi,
nüfus hareketliliği, başkentle olan bağlantıları kapsamında bir bütün olarak
değerlendirilmeye çalışılacaktır.
Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Başkanlığı Osmanlı Arşivi incelendiğinde,
12 ilçede toplam 49 eğitim yapısı tespit edilmiştir. Toplam 49
yapıdan 6 bina günümüze ulaşmış ve Kültür Varlığı olarak tescillenmiştir.
Zaman içerisinde bazı farklı uygulamalar olsa da Tanzimat’ın ilanından
sonra yeniden düzenlenen Osmanlı eğitim siteminin ilkokulları iptidailer,
rüştiyeler ise ortaokul seviyesindeki eğitim kurumlarına verilen
isimlerdir.
İptidai-Rüştiye dediğimiz bu yapılar bütün özellikleri ile incelenmelerinin
yanı sıra, başkent İstanbul’dan dönemi için oldukça uzak sayılabilecek
bu ilçelerde inşa edilmiş olmalarının toplumsal sebepleri ile çalışmamızda
açıklanmaya çalışılacaktır.
Günümüze ulaşan yapıların, plan özellikleri, cephe düzenlemeleri,
malzeme -teknik ve süslemeleri incelenerek farklılıklar ve benzerlikleri
ile ayrıntılı bir değerlendirme yapılacaktır. Taşra-Merkez ilişkisi içerisinde
bölgesel ve yerel özelliklerin tespitine çalışacaktır.

The subject of our study is the educational buildings in the Gölova,
Gürün, Hafik, İmranlı, Suşehri, Yıldızeli districts of Sivas, which were
built in the period from the Tanzimat Edict to the proclamation of the
Republic (1839-1923). In our study, it will be tried to be evaluated as a
whole within the scope of the educational structures that have survived to
the present day, the old place names in the Ottoman archive documents,
the importance of the districts in the period, population mobility, and their
connections with the capital.
When the Ottoman Archives of the Presidency of State Archives
were examined, a total of 49 educational structures were identified in 12
districts. 6 buildings out of a total of 49 buildings have survived and have
been registered as Cultural Heritage.
Although there were some different practices over time, the primary
schools of the Ottoman education system, which was reorganized after
the proclamation of the Tanzimat, were iptidai (elementary school), and
rüştiye (junior high school) were secondary school education institutions.
In addition to examining these buildings, which we call İptidai-Rüştiye,
with all their features, our study will try to explain the social reasons why
they were built in these districts, which could be considered quite far from
the capital Istanbul for its time.
A detailed evaluation will be made with their differences and similarities
by examining the plan features, facade, arrangements, materials-techniques
and decorations of the structures that have survived to the present day.
It will try to determine the regional and local characteristics within the
provincial-central relationship.


Eski Van’da Batılılaşma Dönemi Kent Dokusu Üzerine Gözlemler

Gülsen Baş – Ayşegül Bekmez

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0056

Sayfalar: 437-464

Osmanlı Sanatı’nın Batılılaşma döneminde geçirdiği değişim, pek çok
araştırmaya konu olmuştur. Bunların azımsanmayacak bir bölümü Osmanlı
mimarlık tarihinin daha net göstergeler üzerinden takip edilebildiği başkent
İstanbul’daki Osmanlı yapıları üzerinedir. Ancak Eski Van gibi merkezden
uzak bir konumda bulunan ve neredeyse tamamen yıkılmış bir kentte batılılaşmanın
izini sürmek oldukça güçtür. Bununla birlikte günümüzde arşiv
kaynaklarına ulaşım imkânlarının artması neticesinde elde edilen veriler, bu
konuda öncesinde söylenemeyen bazı hususların dile getirilmesini mümkün
kılmakta yeni bazı tespit ve değerlendirmelerin yapılmasına imkân tanımaktadır.
Batılılaşma döneminde Eski Van’ı pek çok seyyah ve araştırmacı ziyaret
etmiş, bu isimler 18. ve 19. yüzyıl sürecinde yoğunlaşan ziyaretleri
sırasında tuttukları notlar, çektikleri fotoğraflar ve yaptıkları çizimlerle kent
dokusu hakkında önemli bilgiler vermişlerdir. Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti
devlet arşivlerinde de konuya farklı yönlerden ışık tutacak mahiyette çok
sayıda belge bulunmaktadır. Bu arşiv kaynaklarına yapılan kazılar eklendiğinde
şehir ile ilgili değerlendirilmeyi bekleyen önemli miktarda veri birikmektedir.
Araştırma, arşiv belgeleri ve kazılardan elde edilen bu verilerin bir
bölümünü değerlendirerek, Eski Van şehrinin batılılaşma döneminde geçirdiği
değişimin izlerini bulmaya çalışmaktadır.

The change that Ottoman art went through during the westernization
period has been the subject of many publications until today. A substantial
part of them is about the Ottoman buildings in the capital Istanbul, where
the history of Ottoman architecture can be followed through clearer indicators.
However, it is very difficult to trace westernization in a city like
Eski Van, which is far from the center and almost completely destroyed.
However, today, the data obtained as a result of the increase in access to
archival sources makes it possible to express some issues that could not
be said before, and allows some new determinations and evaluations to be
made. During the Westernization period, many travelers and researchers
visited Old Van, and these names gave important information about the
urban texture with the notes they took, the photographs they took and the
drawings they made during their visits, which intensified during the 18th
and 19th centuries. In addition, there are many documents in the state archives
of the Republic of Turkey that shed light on the subject from different
aspects. When the excavations are added to these archival sources, a
significant amount of data is accumulated about the city waiting to be evaluated.
When the excavation and restoration works in the area are added to
these archive sources, an important data about the city is accumulated. The
research evaluates some of these data obtained from archival documents
and excavations, and tries to find the traces of the change that the Old Van
city went through during the westernization period.


Eski Van Kentindeki (Tuşpa) Arkeolojik Kazılarda Arkeojeofizik Çalışmaların Somut Kültürel Mirasa Katkıları

Fethi Ahmet Yüksel – Erkan Konyar – Can Avcı

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0057

Sayfalar: 465-484

Van ilinin yüzölçümü 19.069 km2’dir. İl Türkiye topraklarının %2,5’ini
oluşturur. Kent, il yüzölçümü bakımından Türkiye’nin 6. büyük ili olup
Doğu Anadolu Bölgesi’nin volkanik dağlarla kaplı çukur kesiminde bulunan
Van Gölü’ nün doğu kıyısına 5 km uzaklıkta çok az meyilli bir arazi
üzerine kurulmuştur. İlin deniz seviyesinden olan yüksekliği yaklaşık 1725
m’dir. Türkiye’nin en büyük gölü olan Van Gölü, yüksek dağların ortasında
bir çöküntü durumundadır. Çevredeki yüksek dağlar Van ilinin sınırını
oluşturur.
Eski Van Şehri Van Gölü’nün doğusunda ve Van kayalığı üzerine kurulmuş
Van Kalesi’nin güneyinde yer alır.
Yaklaşık 11. yüzyılın sonlarından 13. yy ortalarına kadar Selçuklu,
16.yy ortalarından sonra da 20. yy başlarına değin Osmanlı egemenliğini
yaşayan Eski Van Şehri Türk-İslam Dönemi yapılarıyla mamur bir kenttir.
Tuşpa aşağı yerleşmesinin güneydeki bölümü olarak bilinen şehir, burçlarla
güçlendirilmiş tahkimatlı duvarlar ile çevrili olup bu duvarlara açılmış
4 kapı ile şehrin giriş çıkışı kontrol altına alınmıştır. Şehirdeki anıt yapılardan
Hüsrev Paşa Külliyesi, Çifte Hamam, Hüsrev Paşa Cami, Kaya
Çelebi Cami, Kurşunlu Cami, Paşa Sarayı, Horhor bahçeleri, Ulu Cami,
Sinaniye Cami, Kızıl Minareli Cami, Miri Ambar, Surp Stephanos Kilisesi,
Surp Vardan Kilisesi, Çifte Kilise, Abbasağa Cami, Çifte Kümbetler,
Surp Paulos Kilisesi, Surp Diziranavor Kilisesi deprem, yangın, savaş ve
çeşitli iç karışıklıklarla kısmen ve tamamen tahrip olmuş, tadilat görmüş
ve bazıları restore edilmiş halde günümüze kadar gelebilmiştir. Ayrıca taş
örgülü omurgalı ana caddeler ve bu caddeleri kesen ortası oluklu taş döşeli sokakların ayırdığı temel seviyesinde taş temelli ve kerpiç bedenli duvarlara
sahip dükkanlar, devlet binaları ve sivil meskenler arkeolojik kazılarla
ortaya çıkardığımız diğer mimari unsurlar olup bahsi geçen yıkımların
izlerini net bir biçimde taşımaktadır. Dolayısıyla mevcut bu anıtsal kültür
mirası ile Eski Van Şehri bir açık hava müzesi niteliğindedir.
Eski Van Şehri’ni üç yönden çevreleyen surlar iki kademe halinde inşa
edilmiştir. Dış surun önünde hendek niteliğinde bir su kanalının oluşturulduğu
bilinmektedir. Surlar ilk yapıldığında kerpiçten olup XVI. yüzyılda
önce dış cepheleri, sonra da iç cepheleri moloz taş örgüyle kaplanmıştır.
Günümüzde büyük bir kısmı yıkılmış olan surların üzerinde yer alan
Orta Kapı diğer kapılara görece sağlam olup yakın zamanda onarılmıştır.
1915 Rus işgali sırasında büyük yıkımlar ve yangınlar nedeniyle şehir terk
edilmiş, 1918 yılında şehrin geri alınması sonrasında ise yeni yerleşimler
Van Ovası’na kurulmuştur. Yeni Van olarak adlandırılan alanlara kentin
taşınması alanın kısmen korunduğu anlamına gelebilir. Yakın zamanda
Kaya Çelebi Camisi restore edilmiş ancak 2011 Van depreminde ağır hasar
görmüştür. Arkeojeofizik çalışmaları Kaya Çelebi Camisi’nin doğusunda
1 metrelik aralıklı doğrultular (profiller) boyunca GPR ölçümler şeklinde
yapılmıştır.
GPR verilerinden elde edilen iki ve üç boyutlu görüntülerle çalışma
alanının altında daha eski dönemlere ait arkeolojik kalıntılar belirlendi. Taş
döşeli yol, Kaya Çelebi Camisi’nin doğusunda yapılan GPR ölçümlerinin
görüntülerinden belirlendi. Yapılan arkeolojik kazılar, doğu-batı yönüne
giden yolun iki katmanlı olduğunu ve farklı zamanlarda inşa edildiğini
göstermektedir. Ayrıca yol kenarlarında yapılar ve kanallar belirlenmiştir.
Eski Van Şehri’nde omurgalı taş döşemeli ana caddeler, bu caddeleri
kesen taştan ortası oluklu sokaklar ile bunların üzerindeki taş temelli kerpiç
bedenli ve daha çok yaşam mekânlarına ait mimarî kalıntılar ortaya çıkarılmıştır.
Bu somut kültürel miras unsurlarına ek olarak taşınabilir kültür
varlıkları ve geniş alt yapı sistemleri de arkeolojik kazılarda saptadığımız
diğer verilerdir. Ayrıca GPR verilerinden hazırlanan görüntülerde arkeolojik
malzeme ve mimari yapıların yüksek genlikli anomalileri gözlemlenmiştir.

The surface area of Van Province is 19.069 km2. The province
constitutes 2.5% of Turkey’s territory. Van is the 6th largest city of Turkey
in terms of provincial area. Van was established on a very slightly sloping
land, 5 km from the eastern shore of Lake Van, which is located in the hollow
part of the Eastern Anatolia Region covered with volcanic mountains. The
altitude of the province above sea level is approximately 1725 m. Lake Van,
Turkey’s largest lake, is in a depression in the middle of high mountains. The
surrounding high mountains form the border of Van Province.
The Old City of Van/ Old Van City is located in eastern Turkey, and
also east of Lake Van and south of the Van Castle, built on the Van rock.
From the end of the 11th century until the middle of the 13th century,
Seljuk rule, and after the middle of the 16th century until the beginning
of the 20th century, the Old City of Van was a prosperous city with its
Turkish-Islamic structures. The city, known as the southern part of the
Tuspa Lower settlement, is surrounded by fortified walls reinforced with
bastions, and the entrance and exit of the city are under control with 4 gates
opened to these walls.
Hüsrev Pasha Complex (inn, Turkish bath, mosque, soup kitchen),
Çifte Hamam, Hüsrev Pasha Mosque, Kaya Çelebi Mosque, Kurşunlu
Mosque, Pasha Palace, Horhor Gardens, Ulu Mosque, Sinaniye Mosque,
Kızıl Minaret Mosque, Miri Ambar/Warehouse, Surp Stephanos Church,
Surp Vardan Church, Çifte Church are among the monumental structures
in the city. , Abbasağa Mosque, Çifte Vaults, Surp Paulos Church, Surp
Diziranavor Church have been partially and completely destroyed
by earthquake, fire, war and various internal disturbances, have been
renovated and some of them have survived to the present day. In addition,
at the foundation level separated by masonry carved main streets and
stone-paved streets with grooves in the middle that cut these streets, shops
with stone foundations and mud brick walls, government buildings and civil residences are other architectural elements that we have uncovered
through archaeological excavations, which clearly bear the traces of the
aforementioned destructions. Therefore, with this monumental cultural
heritage, the Old City of Van is an open-air museum.
The walls surrounding the Old City of Van from three directions were
built in two stages. It is known that a ditch-like water channel was formed
in front of the outer wall. The walls were made of adobe when they were
first built, and they were built in the XVI century. In the 19th century,
first the outer façades and then the inner façades were covered with rubble
stone. The Middle Gate, which is located on the city walls, most of which
has been destroyed today, is relatively solid compared to the other gates
and has been repaired recently. During the 1915 Russian occupation, the
city was abandoned due to great destruction and fires, and after the city
was taken back in 1918, new settlements were established on the Van Plain.
Moving the city to areas called Yeni Van/New Van may mean that the area
is partially protected. The Kaya Çelebi Mosque was recently restored, but
it was heavily damaged in the 2011 Van earthquake. Archeogeophysical
studies were carried out in the form of GPR measurements along 1-meter
intervals (profiles) to the east of the Kaya Çelebi Mosque.
Archaeological remains from earlier periods were identified under the
study area with two- and three-dimensional images obtained from GPR
data. The stone paved road was determined from the images of the GPR
measurements made to the east of the Kaya Çelebi Mosque. Archaeological
excavations show that the road leading to the east-west direction has two
layers and was built at different times. In addition, structures and canals
were determined on the roadsides.
In the Old City of Van, the main streets with carved stone pavements, the
streets with grooves in the middle of the stones that cut these streets, and the
architectural remains of mudbrick bodies with stone foundations and mostly
living spaces were unearthed. In addition to these tangible cultural heritage
elements, portable cultural assets and extensive infrastructure systems are
other data we have found in archaeological excavations. In addition, high
amplitude anomalies of archaeological materials and architectural structures
were observed in the images prepared from the GPR data.


Yumuktepe Höyüğü Kazısından Orta Çağa Ait Kutsal Ekmek Mühürler

Gülgün Köroğlu

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0058

Sayfalar: 4845-516

Yumuktepe Höyüğünde sürdürülen arkeolojik kazı çalışmaları sırasında
höyüğün zirvesindeki Etrafı surla çevrili yerleşimde 11-13.yüzyıl arasına tarihlenen
Ortaçağa ait üç yapı katında Hristiyan inançtaki insanların yaşadığı
anlaşılmaktadır. Bu süreçte ibadetler ve gömü için farklı kilise ve şapellere
ait mimari kalıntılar bulunmuştur. Höyükteki kilise ve şapellerin yakın çevresinde,
Hristiyanlığın en önemli dini töreni olan Ekmek-şarap (Eukharistia /
Ökaristi) ayini için hazırlanan ekmekleri mühürlemek için kullanılmış taş ve
pişmiş topraktan yapılmış dört ayrı damga mühür ele geçmiştir. Mühürlerden
birinin silindir biçimli gövde kısmı olup baskı yüzünde haç tasviri vardır.
Buluntu yerinden dolayı Erken Bizans dönemine (5-7.yüzyıl) ya da Orta
Bizans dönemine (11-13.yüzyıl) ait olması mümkündür. İkinci mühür de ise
bir çömlek kapağının düğme biçimli tutamak kısmı olup ikinci kez baskı
yüzüne ortada büyük bir haç, haç kollarının arasındaki boşluklara da küçük
haçlar kazınarak şekillendirilmiştir. Diğer iki mühür ise sağlam halde biri
oval, diğeri yuvarlak yassı disk şeklinde olmalıdır. Her iki objenin de arka
ve yan yüzleri düz olmasına rağmen, ön yüzlerinde sıralar halindeki dörtgen
alanlar da karşılıklı iki ya da üç üçgen gelecek şekilde düzenlenmiş olup, her
bir üçgenin içi oyularak boşaltılmıştır. Kazıma ve oyma şekiller, objelerin
pişirilme işleminden sonra yapılmıştır. Ekmek mühürleri, yumuşak hamur
üzerine basıldığında, tüm desen ve kompozisyon ters bir şekilde kabartma
olarak ekmeğin üzerine çıkacaktır.
Höyüğün zirvesindeki düzleştirilmiş yerleşim alanında, yamaçlarda
ve belki de höyüğün çevresindeki düzlükte Hristiyan cemaatin yaşadığı ve ibadet için Yumuktepe’deki kiliseyi kullandıkları anlaşılmaktadır. Ekmek
mühürlerinin de buradaki kilise ve şapellerde Pazar ve diğer yortu günlerinde
kullanılan İsa’nın bedeni ve kanını temsil eden ökaristi ayin törenlerinde
papaz tarafından inançlılara dağıtılan ekmeğin mühürlenmesinde
kullanılmıştır.
Günümüzde pek çok müze ve koleksiyonda kutsal ekmek mühürleri
vardır. Bunların çoğu kaçak kazılarda ele geçtiğinden ait olduğu mekân ve
tarihlendirme ilgili belirsizler yaşanmaktadır. Oysa Yumuktepe buluntusu
kutsal ekmek mühürleri tarihlendirilebilen, ait olduğu yapı ve yapı katında
ele geçen diğer buluntularla birlikte değerlendirebileceğimiz önemli bilgiler
barındırması açısından değerli litürjik objelerdir.

The purpose of this article is to make known shards of four breadstamps
found in the course of excavations at the Mersin Yumuktepe Mound.
Although bread, a staple of human diet, and the wheat from which
it is made, are considered holy in both polytheistic and monotheistic
religions, it has acquired a rather different sacred meaning in Judaism and
Christianity to that which it has in other religions. According to the New
Testament bread signifies Jesus himself (Jn. 6:48, 6:51, 6:53-58) with
particular reference to his body sacrificed for the sake of mankind (Lk.
22:19, 1.Cor. 10:16-17), in Christianity.
The liturgy of the Eucharist, a word meaning ‘thanksgiving’, in which
bread and wine are blessed and distributed to the believers, is found in all
Christian denominations and is instituted at regular intervals. The Eucharist
is the liturgy where bread and wine, seen as being or representing the body
and blood of Christ, are blessed and shared. Other expressions used for the
Eucharist are Liturgy, Holy Liturgy, Holy Communion, Mass and Lord’s
Supper. According to the Apostle Paul, the Eucharist unites Christians with
Jesus’ death and resurrection and brings them together into one body in
Christ (1.Cor. 10:16-17).
In the Byzantine period, The eucharist was celebrated on Sundays,
Saturdays and Saint’s days, it had not yet turned into a daily tradition.
Whilst it is possible that the style of the eucharistic rituel may
have taken on some of the characteristics of pagan Roman religions, it
is generally accepted that its source is in the Judaistic Passover feast. In
the first centuries Christians of Judaic descent, including Jesus and his
disciples, celebrated the feast of the Passover. But by the beginning of the
second century the Passover was replaced by the Eucharist.
The bread of the Holy Eucharist which metaphorically represents
Jesus’ body, was named the prosphora (προσφορα) and was prepared
by the religious men from white wheat flour, yeast, salt and water, to the
accompaniment of incense and prayers. It was shaped into round loaves.
The holiness of the loaf was increased by having a stamp of bronze, wood,
stone or pottery pressed into its surface.
The holy bread stamps made out of bronze, pottery or wood mostly
had some writing and a shape such as a square, circle, oval or cross on their
stamp surface whilst the back comprised a handle or a conical holder. On
some of them it can be seen that even the holder on the back has been incised
into the form of a seal. Some forms have neither handle nor holder but are
disc shaped and of a size that fits comfortably into the palm of the hand.
In the Last Supper the bread was said by Jesus to represent his body.
Because of this, along with the square, round, oval or cross shapes on
the surface of the stamp seal to be pressed into the bread are to be found
writing or symbols relating to this representation. The most frequently
seen symbol is that of the Cross. Engraved into the surface between the
arms of the Cross are usually found the monogram IC XC NI KA which
represents Christ’s victory, the letters alpha Α and omega Ω, representing
the beginning and the end which represent Christ (Rev. 22:12), various
crucifixtion scenes, animal such as birds or fish, stars or flowers.
Although the stamps engraved with Crosses are usually dated to the
Early Byzantine or Iconoclasm periods it is evident that right up to the
present day this shape is the preferred shape for rituel bread stamps because
of the symbolism which it carries.
In the middle Byzantine period the whole stamp surface of the bread
stamps was divided into a chequerboard by incised horizontal and vertical
lines. Into the small squares thereby introduced were incised small crosses
or else small triangular hollows paired off against each other. In some of
this type of composition there was a large cross in the centre. Others had
the whole surface covered by paired off small triangular hollows between
parallel lines. Breads stamped with this chequerboard design would have
been easier to divide up for distribution in the course of the Eucharist.
Inscriptions found on the seals include expressions such as, ‘May God
bless you’; ‘The Fruits of God’; ‘The Gift of God’; ‘One God’; God is our
Daily Bread’; ‘Health, Life, Joy’; ‘Holy God’, ‘The Holy Eternal One’,
‘The Holy Almighty One’, ‘Take, Eat, This is my Body given for you’ and
‘For everything give thanks’.
In the immediate vicinity of the churches and chapels on the mound,
four different stamp seals made of stone and terracotta, which were used to seal the breads prepared for the Bread-Wine (eucharistia / liturgia) ritual,
the most important religious ceremony of Christianity, were found. There
is a cylindrical body part of one of the seals and a cross depiction on the
print side. Due to its location, it is possible that it belongs to the Early
Byzantine period (5-7th century) or the Middle Byzantine period (11-13th
century). The second seal is the button-shaped handle of a pot lid, and was
shaped for the second time by engraving a large cross in the middle on the
printing face and small crosses in the spaces between the arms of the cross.
The shards from two different flat disc-shaped objects made of pottery
which were found in the excavations at Yumuktepe, are smooth on both
front and back surfaces but with triangular shaped hollows on the front
surfaces. It is clear that these shards come from two round bread stamps
which have been divided into a chequerboard, within the squares of which
are to be found groups of two or three opposing triangles, the centre of
each triangle having been hollowed out.
The four bread stamps brought to light in the excavations at the
Yumuktepe mound are important as being liturgical objects used in the
church which is to be dated to the between eleventh to the thirteenth
century. It is understood that the Christian community lived in the flattened
settlement area at the top of the mound, on the slopes and perhaps on
the plain around the mound, and they used the church in Yumuktepe for
worship.
Bread seals were also used to seal the bread distributed to the believers
by the priest in the eucharist ceremonies representing the body and blood
of Jesus, which were used in the churches and chapels here on Sunday
and other feast days. Today, many museums and collections have sacred
bread seals. Since most of them were found in illegal excavations, there
are uncertainties about the place and dating they belong to. However,
the sacred bread seals found in Yumuktepe are valuable liturgical objects
in terms of containing important information that can be dated and that
we can evaluate together with the other finds found in the building and
building level.


Orta ve İç Asya’da Geyik Taşları ve Bu Taşların Sembolizmi

Fırat Kara

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0059

Sayfalar: 517-544

Bronz Devri’nden itibaren ortaya çıktığı düşünülen, kökeni menhirlere/
megalitlere kadar giden, bir grubunun üzerindeki yoğun stilize geyik
tasvirleri nedeniyle “geyik taşları” olarak adlandırılan dikili taşların incelenmeye
başlanması 19.yüzyılın sonlarına kadar gitmektedir. Günümüzde
geyik taşlarının çok büyük bir çoğunluğu başta Moğolistan olmak üzere
Tuva’da, Baykal ötesinde, Dağlık Altay’ın doğu bölgelerinde bulunmuştur.
Ayrıca Kırgızistan, Doğu ve Merkezi Kazakistan, Güney Ural, Kafkaslar,
Gürcistan, Karadeniz’in kuzeyi, Bulgaristan ve Avrupa’nın farklı
yerlerinde geyik taşları tespit edilmiştir. Taşların biçimine göre tasnif şekli
olsa da asıl sınıflandırma taşların üzerindeki tasvirlere göre yapılmıştır:
Stilize geyik tasvirli geyik taşları, çeşitli hayvanların tasvir edildiği geyik
taşları, hayvan tasvirsiz geyik taşları. Çalışmanın amacı Avrasya’da geniş
bir sahaya yayılmış olan geyik taşlarını Orta ve İç Asya’dan örneklerle ele
almak, üzerlerindeki simge, işaret ve hayvan tasvirlerinin ne anlama gelebileceği
üzerinde durmaktır.

Deer stones are thought to have emerged from the Bronze Age, whose
investigation dates back to the end of the 19th century, origin go back to
menhirs/megaliths. The name of the deer stones derives from the dense deer
depictions on a group. The vast majority of deer stones have been found in
the eastern regions of the Mountainous Altai, Transbaikal, Tuva, primarily
in Mongolia. In addition, deer stones were determined in Kyrgyzstan,
Eastern and Central Kazakhstan, Southern Ural, Caucasus, Georgia, the
north of the Black Sea, Bulgaria and in different parts of Europe. Although
there is a classification according to the shape of the stones, the main
classification was made according to the descriptions on the Stones: Deer
stones with stylized images of deer; deer stones with variety images of
animals; deer stones without animal depiction. The aim of the study is to
examine the deer stones, which are spread over a wide area in Eurasia, with
samples from Central and Inner Asia and to emphasize the meanings of
symbols, markings, and animal depictions on them.


Arnavutluk’ta Günümüze Ulaşamamış Osmanlı Dönemi Yapılarının Görsel Vesikalar Üzerinden Tespiti

Enes Kavalçalan

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0060

Sayfalar: 545-570

1355’te Stefan Duşan’ın ölümünün ardından Arnavut feodal beyler
arasında başlayan mücadele, Osmanlıların da taraf olmasıyla Karlo Topya’nın
lehine sonuçlanmıştır. Böylelikle Manastır ve Pirlepe Türklerin
eline geçmiş, bu da bölgedeki Osmanlı hâkimiyetinin ilk adımı olmuştur.
Bir yandan bölgedeki diğer bir güç odağı olan Venediklilerle mücadele
ederken diğer yandan egemenliğini güçlendiren Osmanlılar, nihayetinde
1571’de Bar ve Ülgün’ü almalarıyla Arnavutluk ve çevresinde tam bir hâkimiyet
kurabilmişlerdir. 1912 yılına kadar bölgedeki egemenliğini devam
ettiren Osmanlı Devleti döneminde Arnavutluk’un çeşitli yerlerinde birçok
yapı inşa edilmiştir.
Arnavutluk’ta inşa edilen yapılara dair kesin sayısal veriler bulunmamakla
birlikte literatür taraması sonucunda Osmanlı Dönemi’nden günümüze
300’ü aşkın mimari eserin ulaşabildiği tespit edilebilmektedir. Ancak
Osmanlı Dönemi arşiv kayıtları bu sayının çok daha fazla olduğunu
göstermektedir. Bu eserlerin günümüze ulaşamamasında zamanın yıpratıcı
etkisinden çok savaşların yıkıcı etkileri söz konusudur. Neyse ki Balkan
Savaşlarıyla başlayıp II . Dünya Savaşı’yla son bulan bu dönemden önce
Arnavutluk’u ziyaret etmiş olan seyyahlar ve yabancı konsolosların çekmiş
oldukları fotoğraflar ile yaptıkları çizimler yok olan bu eserlerimizin
en azından bir kısmının tespitini mümkün kılmaktadır. Bu bağlamda Tiran,
İşkodra ve Elbasan şehirleri bize oldukça fazla görsel sunması bakımından
ön plana çıkmaktadır.
Yapılan bu çalışmayla Arnavutluk’u ziyaret etmiş olan konsolos ve
seyyahlar tarafından çekilmiş fotoğraflardan ve yapılmış çizimlerden yararlanılarak günümüze ulaşamamış mimari eserlerin tespit edilmesi amaçlanmıştır.
Böylelikle bu eserlerin belgelenmesindeki eksikliklerin bir nebze
olsun giderileceği düşünülmektedir.

After the death of Stefan Dusan in 1355, the struggle between the
Albanian feudal lords resulted in the victory of Karlo Topya with the help of
the Ottomans. Thus, the Monastery and Prilep conquered by Turks, which
was the first step of the Ottoman domination in the region. Ottomans, who
fought against the Venetians on the one hand, strengthened their dominance
on the other, and finally, with the capture of Bar and Ülgün in 1571, they
were able to establish full dominance on this region. In the years when the
Ottoman Empire ruled in Albania until 1912, many architectural works
were built in the region.
Although there is no exact numerical data about the structures that
built in Albania in Ottoman period, it has been determined that more than
300 structures have survived from the Ottoman Period to the present.
However, archive records show that this number is much higher.
The main reason why these works have not survived to the present
day is the destructive effect of war rather than the erosive effect of time.
Fortunately, photographs and drawings of travelers and foreign consuls
who visited Albania before the wars make it possible to identify at least
some of these structures, which have disappeared. In this context, the cities
of Tirana, Shkodra and Elbasan become prominent of presenting us a lot
of visuals.
With this study, it is aimed to determine the architectural works that
have not survived to the present day by making use of the photographs
and drawings made by the consuls and travelers who have visited Albania.
Thus, it is thought that the deficiencies in the documentation of these
structures will be eliminated to some extent.


Ani Kazısı Cam Bilezikleri (2020-2022)

Gül Geyik

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0061

Sayfalar: 571-592

Cam bilezikler, MÖ 2. binden itibaren kullanılan süs eşyalarıdır. Pahalı
madene alternatif olarak yapılan cam bilezikler farklı renk ve kesitlerde
üretilmiş eserlerdir. Ani 2020-2022 kazı sezonunda ele geçen bilezik parçaları
zengin bir tipoloji sunmaktadır. Cam buluntular arasında sayıca en
fazla grubu bilezikler oluşturmaktadır.
Cam bilezikler, kesit ve süsleme özelliklerine göre farklı tipolojiler
göstermektedir. Ani’de bulunan bilezikler genellikle dairesel, dikdörtgen
ve üçgen kesitli olup süslemeleri yapım aşamasında tamamlanmıştır. Dairesel
kesitli bilezikler tek veya çoklu cam ipliklerinin düz çekilip bırakılmasıyla
veya spiral çekilip burma yapılmasıyla oluşturulmaktadır. Dikdörtgen
kesitli bilezikler ise düz kesitli ve üzeri yivli eserler olarak farklı
tipolojilere ayrılmaktadır. Üçgen kesitli bilezikler, genellikle eksiz yapım
tekniğinde üretilen eserler olup İslam coğrafyasında sıkça görülmektedir.
Ani’de çıkan üçgen kesitli bileziklerin ekli yapım tekniğinde üretilmiş olması
ise dikkat çekicidir.
Cam bileziklerin çapları 4-9 cm arasında, kalınlıkları da 0,3 cm ile 0,8
cm arasında değişkenlik göstermektedir. Opak siyah, mavi, yeşil, kahverengi,
turkuaz gibi geniş bir renk yelpazesine sahip olan bileziklerin içerisinde
hemen her kesitte karşımıza çıkan mavi ve kahverenginin birlikte
kullanılmış olduğu örnekler ise Ani’de karakteristik özellik gösterir.
Anadolu’da arkeolojik kazılardan ele geçen ve geniş bir zaman diliminde
varlık gösteren cam bilezik buluntusu oldukça çoktur. Ani’de devam etmekte olan ve 2020-2022 yıllarında yapılan üç yıllık kazıdan çıkarılan
cam bilezikler, Selçuklu Hamamı, Ebu-l Menuçehr Camii batısında yer
alan Selçuklu Konutları ve Selçuklu Çarşısından elde edilmiştir. Bu kazı
alanlarından çıkan eserler (Hamam hariç) Türk döneminde işaret etmektedir
ve eserler 11-13. yüzyıl aralığına tarihlendirilebilir. Hamam kazı alanı
ise, daha önce yapılan farklı katman ve kazı alanlarından gelen toprakla
doldurulmuş olduğu için buradan çıkan eserlerin tarihlendirilmesinde bileziklerin
benzerliğinden yola çıkılarak bir görüşe ulaşılmaya çalışılmıştır.

Glass bracelets are ornaments that have been used since the second
millennium BC. Glass bracelets made as an alternative to expensive metal
are artifacts produced in different colors and cross sections. The bracelet
fragments found during the Ani 2020-2022 excavation season present a
rich typology. Among the glass finds, bracelets constitute the largest group
in number.
Glass bracelets show different typologies according to their cross
section and ornamental features. The bracelets found in Ani are generally
circular cross sections, flat cross sections and obliquely pointed cross
sections, and their decorations were completed during the construction
phase. Circular cross section bracelets are formed by pulling single or
multiple glass threads straight and leaving them spirally twisted. Flat cross
section bracelets, on the other hand, are divided into different typologies
as flat cross section and grooved artifacts. Obliquely pointed cross section
bracelets are generally produced in seamless technique and are frequently
seen in Islamic geography. It is noteworthy that the obliquely pointed cross
section bracelets found in Ani were produced in the seamed construction
technique.
The diameters of the glass bracelets vary between 4-9 cm, and the
thicknesses vary between 0.3 cm and 0.8 cm. Among the bracelets, which
have a wide range of colors such as opaque black, blue, green, brown and
turquoise, the examples in which blue and brown are used together, which
we encounter in almost every cross section, show characteristic features
in Ani.
Contemporary examples of glass bracelets that we dated to the 11th-
13th centuries from the Ani excavations are also seen in the Byzantine
and Islamic period excavations in the Anatolian geography. Glass bracelets
obtained from Byzantine era excavation sites such as Yumuktepe,
Kadıkalesi, Amorium, Komana, St. Nicholaos and Turkish-Islamic era
excavations such as Gevele Castle, Kubad Abad, Divriği Castle, Harput
Castle, Samsat are similar to the bracelets found in Ani.
There are many glass bracelet finds recovered from archaeological
excavations in Anatolia which existed over a wide period of time. Glass
bracelets unearthed during the ongoing three-year excavation in Ani in the
years 2020-2022 were obtained from the Seljuk Hamam, Seljuk Houses
and Seljuk Bazaar located to the west of Ebu-l Menucehr Mosque. Artefacts
from these excavation areas (except for the Turkish Bath excavation area)
point to the Turkish period and the artefacts can be dated to the 11th-
13th century. Since the Hamam excavation area was filled with soil from
different layers and excavation areas previously made, an opinion was
tried to be reached based on the similarity of the bracelets in the dating of
the artefacts found here.


Balatlar Örneği Işığında Tarihsel Süreçte Evlilik Hatırası Olarak Yapılan Objelere Genel Bir Bakış

Gülgün Köroğlu – Deniz Demir

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0062

Sayfalar: 593-614

Evlilik, insanlar için bir nevi yaşamda yeni bir boyuta geçmek demektir.
Tarih boyunca insanlar, evliliklerini gerek anılaştırma gerek duyurma,
gerekse belgeleme ve ölümsüzleştirme kaygısıyla çeşitli malzemelerle görsel
ifade biçimini kullanarak çeşitli objeler yapmışlardır. Bunun sonucunda
sanat eseri olarak nitelendirilen bir takım eşyalar ortaya çıkmıştır. Bu
objeler/eşyalar arasında sayılabilecek eserlerden takıların ağırlıkta olduğu
görülmektedir. Çalışma kapsamında ele alınan porselen tabak parçası, bu
anlamda dikkat çekici bir grubun temsilcisi sayılmakla beraber Rum-Ortodoks
mezar buluntusu olarak ele geçirilmesi bakımından da ayrıca dikkat
çekmektedir. Aslında tarih boyunca karı kocanın, yan yana çeşitli objeler
üzerine resmedildiği, bugüne kadar ulaşan örneklerden izlenebilmektedir.
Yunan ve Roma mitolojisinde tanrı ve tanrıçaların, soyluların, Mısır,
Roma, Bizans ve Avrupa görsel sanatlarında evli çiftlerin ve aşıkların birlikte
tasvir edildiği sıklıkla görülebilmektedir.
Bu bildiride tarihsel süreçte bu anlamda yapılmış olan sanat eserlerine
genel olarak değinildikten sonra yukarıda da bahsi geçen Sinop il merkezinde
gerçekleştirilen Balatlar kazısında bulunmuş bir porselen tabak parçasına
odaklanılacaktır. Bu bağlamda İsveç Kralı I. Oscar (Joseph François
Oscar Bernadotte)’ın yaşamına değinilip, evliliğe geçiş sürecine göz atılacak,
bunun sonucunda eşi ile portrelerinin serigrafi/transfer tekniği ile yapılmış olan porselen takımları üzerinde durulacak ve tespit edilen benzer
örnekler ile de karşılaştırılmalar yapılacaktır.

Marriage is a kind of transition to a new dimension in life for
people. Throughout history, people have made various objects using
the form of visual expression with various materials with the concern
of commemorating, publicizing, documenting and immortalizing their
marriages. As a result of this, a number of items have appeared that are
characterized as works of art. Of the works of art that can be considered
among these objects / items, it seems that jewelry predominates. In this
regard, the porcelain plate piece addressed in the study is deemed to be the
representative of a noteworthy group, and it also attracts attention due to
its capture as a Greek-Orthodox tomb find. In fact, it can be traced from
the examples that have reached today, where husband and wife have been
depicted on various objects side by side throughout history. In Greek and
Roman mythology, it can often be seen that gods and goddesses, nobles,
married couples and lovers are depicted together in Egyptian, Roman,
Byzantine and European visual arts.
After mentioning the works of art made in this sense in the historical
process in general in this study, the focus will be on a piece of porcelain
plate found during the Balatlar excavation carried out in the Sinop city
center mentioned above. In this context, the life of Swedish King Oscar I
(Joseph François Oscar Bernadotte) will be discussed and his transition to
marriage will be examined, as a result, porcelain sets made with the transfer/
silkscreen technique of his portraits with his wife will be highlighted and
comparisons will be made with similar examples.


Ermeni Sanatında Haçkar-Haçtaşı

Güner Sağır

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0063

Sayfalar: 615-630

Haç, Hıristiyan dünyasının tümünde olduğu gibi, Ermeni kültüründe
de dini ve manevi bir sembol olarak çok önemlidir. Bu sembol, Ermeni
anıtsal mimarisine özgü haçkarlarda/haçtaşlarında kendine özel bir yer
edinmiştir. Ermenice “Խաչ” haç ve “քար” taş kelimelerinin birleşiminde
oluşan “Խաչքար” haçkar/haçtaşı, serbest şekilde, kayalar üzerinde veya
yapılarda bulunan, merkezinde haç motifi olan genellikle dikdörtgen şeklinde,
dik yerleştirilmiş taşları tanımlamak için kullanılmıştır.
Ermeni sanatında haçkarın kilise ve kilise düşüncesiyle güçlü bir bağı
vardır. Ermenilerin 1722 yıllık Hıristiyan geçmişinin bir sembolü olan haçkarlar,
onların yerleşik oldukları bölgelerde, özellikle Kafkaslarda, Hristiyanlığın
kabul edildiği 4. yüzyıldan itibaren, ama daha yoğun olarak 5.-7.
yüzyıllarda görülmeye başlamıştır. Başlangıçta mezar taşı ya da stel olarak
serbest şekilde açık alanlara yerleştirilmiş haçkarlar, 30 cm’den 2 m’ye,
hatta bazı örneklerde daha da yüksek, anıtsal boyutlara sahiptir. Keski,
murç, çekiç vb. aletler kullanılarak yerel taş üstüne oyulan haçkar bitirildiğinde,
yapılış amacına uygun olarak din adamı tarafından kutsanır.
Ortaçağ boyunca yaygınlaşan, genellikle alçak kabartma tekniğinde
yapılan haçkarlar, 9. yüzyıl sonlarından itibaren özellikle dini yapıların
cephelerine de yerleştirilmeye başlanmıştır. Haçkarların sadece dini yapıların
duvarlarında değil, onların etrafında, avlu duvarlarında, manastır kompleksleri içindeki farklı işlevli mekânlarda, köprülerde, su kaynaklarında
vb. yer bulması, çeşitli türlerde süslemelerin, kompozisyonların ve
zarif işçiliklerin ortaya çıkmasını sağlamıştır.
Son çalışmalarla birlikte, Ermeni mimarisinde görülen haçkarlarda
süslemeler açısından karakteristik bir bütünlük olduğunu söylemek güçleşmiştir.
Haçkarların karakteristik özellikleri dikkate alındığında farklı
coğrafyalarda, farklı ekollerle şekillendiği gözlenmiştir. Böylece haçkarların
tarihini, süslemelerini ve sembolik anlamlarını bir bütün olarak değerlendirmek
gerektiği anlaşılmıştır.
Ortaçağda siyasi ve askeri olarak karışık olan Ermenilerin yaşadığı
Kafkasya bölgesinde gelişen haçkarların, özellikle süslemeleri açısından,
temas halinde olduğu toplumlardan etkilendiği, onları da etkilediği görülür.
Ermenilerin kimliği için pek çok anlam ifade eden haçkar geleneği,
zaman zaman kesintiye uğrasa da, yüzyıllar boyunca devam etmiştir. Günümüzde
de Ermenistan’da amaçlarına uygun olarak haçkar yapımı sürdürülmektedir.

The cross is very important as a religious and spiritual symbol in
Armenian culture, as in the whole of the Christian world. This symbol
has a special place in the khachkars/crossstones of Armenian monumental
architecture. The Armenian word “Խաչքար” khachkar is formed from the
combination of the words “Խաչ” cross and “քար” stone. Khachkar is used
to describe stones with a cross motif in the center, usually rectangular,
freestanding or placed vertically on rocks or structures.
The khachkar has a strong connection with the church and the idea
of the church in Armenian art. It is a symbol of the 1722 years Christian
past of the Armenians. Khachkar began to appears in the regions where
Armenians are settled, especially in the Caucasus, from the 4th century
when they accepted Christianity. Some khachkars placed in open areas as
tombstones or steles have monumental dimensions from 30 cm to 2 m or
even higher. When the khachkar, which is carved on the local stone with
tools such as chisels, chisels, hammers, is finished, it is blessed by the
clergy in accordance with its purpose.
The khachkars, which were made intensively in the Middle Ages,
have been on the facades of religious buildings since the end of the 9th
century. It was used not only on the walls of religious buildings, but also on
the courtyard walls around them, in different functional spaces in monastic
complexes, bridges, and water sources, etc. The extensive use of khachkar
has led to the emergence of various kinds of ornaments, compositions and
elegant craftsmanship.
Recent research has revealed that khachkars in Armenian architecture
do not have a characteristic unity in terms of ornamentation. Considering
their characteristics, it was observed that khachkars were shaped by different
schools in different geographies. In this case, the history, decorations and
symbolic meanings of khachkars should be considered as a whole.
Armenians khachkars, especially in terms of their decoration,
influenced from the societies they were in contact with in the Caucasus
and also affected them. The khachkar tradition, which has many meanings for the identity of the Armenians, continued for centuries, although it
was interrupted from time to time. Nowadays, khachkars are produced in
Armenia in accordance with its purposes.


Hadrianopolıs Kilise Mezarları ve Bir Grup Buluntusu

Ercan Verim

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0064

Sayfalar: 631- 660

Hadrianopolis (Paphlagonia Hadrianopolis’i) Antik Kenti, Karabük ili
Eskipazar ilçesinin 3 km batısında yer almaktadır. Antik Çağ’da Galatia ve
Paphlagonia bölgelerine bağlı olan Hadrianopolis’in bilinen ilk adı Kaisareis
Proseilemmeneitai olup daha sonra şehre Kaisareis Hadrianopoleitai
adı verilmiştir. Roma ve Bizans döneminde ise Hadrianopolis adını almıştır.
İlk yerleşimin Geç Kalkolitik Çağ’da olduğu bilinen Hadrianopolis,
Roma döneminde kent statüsü kazanmış, en parlak dönemi Erken Bizans
Döneminde yaşamıştır. Geç Antik Çağ’da ilk olarak Paphlagonia eyaletine
bağlı olan kent, İmparator I. Theodosius (379-395) döneminde, yeni kurulan
Honorias eyaleti sınırlarına katılmıştır. İmparator Iustinianus (527-565)
döneminde, 535 yılında yapılan yeni düzenlemeler ile tekrardan Paphlagonia
sınırlarına dahil edilmiş, ancak Hadrianopolis Piskoposluğu Honorias
Kilisesi yönetiminde kalmıştır. Bizans dönemimde Hadrianopolis sınırlarında
çok sayıda kilise inşa edilmiş, ancak bunlardan sadece üç tanesi temel
seviyesinde günümüze ulaşmıştır. Erken Bizans Dönemi’ne tarihlenen bu
kiliseler; Hadrianopolis Chora Kilisesi, Hadrianopolis Dört Nehir Kilisesi
ve Hadrianopolis Kuzeybatı Nekropol Kilisesi olarak adlandırılmaktadır.
Ayrıca kentte yapılan arkeo-jeoradar çalışmaları sonucunda bazilikal planlı
bir kilisenin varlığı tespit edilmiştir. Kiliselere değer katan özelliklerinden
biri, içi ve çevresine çok sayıda mezar yapılmasıdır. Hadrianopolis Antik
Kentinde, 2003-2021 yılları arasında, Geç Antik Çağ’a tarihlenen yedi yapıda
kazı çalışması yapılmış ve bu çalışmalarda dönemin mimari karakterini
yansıtan çok sayıda mezar kalıntısına rastlanılmıştır. Mezarların birçoğu
define arayıcılar tarafından tahrip edilmişken beş mezar üzerindeki küçük hasarlarla birlikte sağlam korunabilmiştir. Hadrianopolis kiliselerinden
sadece ikisi; Dört Nehir Kilisesi ve Kuzeybatı Nekropol Kilisesi, Bizans
Dönemi içerisinde gömü alanı olarak kullanılmıştır. Kazı çalışmalarından
elde edilen bulgular ve mimari özelliklerinden Hadrianopolis kilise mezarlarının
5.-8. yüzyıl arasında yapıldığı sonucuna varılmıştır. Restoratör ve
konservatörler eşliğinde sağlamlaştırma çalışması yapılan mezarlar, uygun
teknikler doğrultusunda koruma altına alınmıştır. Bu çalışma kapsamında
kentin özellikle Hadrianopolis kiliselerindeki mezarlar incelenecek, mezarlardaki
buluntular değerlendirilecek ve Hadrianopolis kilise mezarlarının
Bizans dönemindeki önemi ortaya konmaya çalışılacaktır.

Hadrianopolis (Paphlagonian Hadrianopolis) Ancient City is located 3
kilometer west of the Eskipazar district of Karabük. The city’s first name
was the Kaisareis Proseilemmeneitai in ancient era which was border
of the Galatia and Paphlagonia and later the city was called Kaisareis
Hadrianopoleitai. The city called as Hadrianopolis in the Roman and
Byzantine period. Hadrianopolis, which is known that the first settlement
was in the Late Chalcolithic period, gained the status of a city during
Roman period and lived its brightest period in the Early Byzantine period.
The city was part of the Paphlagonia in beginning of the Late Antiquity
and later made part of new province called as Honorias during the reign
of Emperor Theodosius I (379-395 AD). Hadrianopolis was reintroduced
to the borders of Paphlagonia during the reign of Emperor Iustinianus
(527-565 AD) with the new arrangements made in 535, but the Bishop
of Hadrianopolis remained under the rule of the Honorias Church. Many
churches were built on the borders of Hadrianopolis during the Byzantine
period, but only three of them were reach to the present day at basic level.
These churches dated to the Early Byzantine Period are called Chora
Church of Hadrianopolis, Four Rivers Church of Hadrianopolis and
Northwest Necropolis Church of Hadrianopolis. In addition, as a result of
the archeo-georadar studies carried out in the city, a basilical form church
were discovered. One of the features that add value to the churches is
construction of many graves in and around it. Excavations were carried out
between 2003-2021 in the Hadrianopolis from the Paphlagonia Region six
buildings dated to the Late Antiquity and many grave remains were found
that reflect the period’s architectural characteristics. Although many of the
tombs were destroyed by treasure hunters, five graves were well preserved
intact with minor damage to them. Only two of Hadrianopolis churches;
The Four River Church and The Western Necropolis Church were used
as burial areas during the Byzantine period. In addition to the findings
from excavations, it was concluded that graves of Hadrianopolis Church
was built in 5.-8. centuries based on its architectural characteristics. The
graves, which were strengthened under the supervision of restorators and conservators, were preserved in accordance with appropriate techniques.
Within the scope of this study, especially the graves of Hadrianopolis
churches will be examined, the finds of church graves will be evaluated
and the importance of graves of Hadrianopolis churches within Byzantine
history will be adressed.


XVIII. Yüzyıl Başlarında Bir Osmanlı Sadrazamı Çorlulu Ali Paşa’ya Atfedilen Çeşmeler

Hamza Gündoğdu – Deniz Demir

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0065

Sayfalar: 661- 688

Osmanlı mimarlığında klasik dönemi takiben XVIII . yüzyıl başlarında
bir kısım zihniyet değişikliğine tanık olmaktayız. Batı ile sıklaşan temaslar
sonucu Osmanlı yöneticileri kısmen de olsa farklı bir anlayışta yola devam
kararı almıştır. Özellikle mimaride uygulanan plan, malzeme, strüktür ve
süsleme anlayışında görülen bu değişimler, kısaca Batılılaşma etkilerinin
giderek kuvvetlice ifade edildiği bir döneme dönüşür.
Yüzyılın başlarında Sultan III . Ahmed (1703-1730) ve onun sadrazamlarının
da böyle bir değişimi benimsedikleri dikkat çekmektedir. İşte,
daha yüzyılın başlarında 1706’dan 1711 yılına kadar süren sadrazamlık
döneminde bu değişimin ilk sinyallerini veren sadrazam Çorlulu Ali Paşa’nın
iki külliye dışında, İstanbul’un birbiri ile bağımsız mahalle ve sokaklarında
bir takım çeşmeler yaptırdığına tanık olmaktayız. Bu bildirinin
konusu, Ona ait çeşmeleri tanıtmak ve çeşmelerde görülen çok küçük anlamda
da olsa bu değişimlere işaret etmektir.
Çorlulu Ali Paşa, o zamana kadar yaptırılmış olan klasik Osmanlı çeşme
geleneğine bağlı kalmakla birlikte, yeni anlayışı simgeleyen çeşme örneklerine
de yer vermiştir. Yeni anlayışı simgeleyen dört yana açık meydan
çeşmelerinden ikisine İstanbul Fatih’de yer verirken birisini de Eyüp Sultan’da
yaptırmıştır. Duvar çeşmesi veya mahalle çeşmesi olarak yaptırdığı
diğer çeşmelerde de geleneksellik yanında, değişmeye başlayan süsleme
unsurları dikkati çekmektedir.
Bu bildiride, Ali Paşa’nın yaptırdığı bu iki çeşme tipine işaret edilmekle
birlikte, küçük de olsa malzeme ve süsleme unsurları üzerinde durulacaktır.
Ancak bu eserler, ilk günkü durumları yerine birçok onarımlarla
günümüze gelmiş ya da ortadan kaldırılmışlardır.

We have seen several changes in mentality in the early XVIII century,
following the classical period in Ottoman architecture. In close contact
with the West, the Ottoman authorities decided to continue with a slightly
different understanding. These changes, especially in the sense of design,
materials, structure, and decoration that are implemented in architecture,
are briefly transformed into an era in which Westernization effects are
increasingly strongly expressed.
It is noted that early in the century Sultan Ahmed III (1703-1730)
and his grand viziers adopted such a change. Here we see, just at the
beginning of the century, from 1706 to 1711, the first signs of this change,
Ali Pasha of Çorlu, having built a series of fountains in several individual
neighbourhoods and streets, except for two cultures. The subject of this
paper refers to these changes, albeit in a very small sense seen in its
fountains.
Ali Pasha of Çorlu adhered to the classical fountain tradition built
up until then, but also included fountain examples symbolizing new
understanding. While he placed two of the 4-side-open square fountains,
which symbolize the new understanding, in Fatih, İstanbul, and one of
them was built in Eyüp Sultan. Other fountains he built as a wall fountain
or a neighbourhood fountain, as well as the decoration elements that have
begun to change, are remarkable.
In this paper, these two types of fountains built by Ali Pasha will
be pointed out, and the material decoration elements, albeit small, will
be emphasized. However, these artefacts have come to the present day
with many repairs instead of their first-day condition, or they have been
removed.


Harper’s Weekly’deki Osmanlı Konulu Politik Karikatürler Hakkında Düşünceler

Özgür Gülbudak

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0066

Sayfalar: 689-718

Karikatür, tarihi insanlıkla yaşıt bir resim türüdür. Resim ve eleştiri
birleşiminin önemli bir temsilcisi olan bu tür, tarihsel süreçte geçirdiği
dönüşümlerle birlikte varlığını sürdürmektedir. Güldürme ve düşündürme
özelliklerine ilaveten, politik amaca da hizmet eden karikatürler, Avrupa
ve Amerika’daki süreli yayınlarda kullanılmıştır. Amerika’da yayınlanmış
olan gazete ve dergiler Osmanlılarla ilgili çok sayıda karikatür barındırmıştır.
Bu çalışmanın kapsamını, Amerikan gazetesi Harper’s Weekly’nin
1877-1878 tarihleri arasında okuyucusuna sunduğu Osmanlı Devleti konulu,
ahşap gravür teknikli politik karikatürler oluşturmaktadır. Gazetenin
1876 Ocak ve 1878 Haziran tarihleri arasına ait sayılarında yapılan araştırma
neticesinde, erişime açık 130 sayı belirlenmiştir. Bahsi geçen sayılarda,
Osmanlı Devleti’ni konu alan 12 karikatüre rastlanmıştır.
Harper’s Weekly’deki karikatürler, Osmanlı’nın mevcut durumunu
göstermesi, Amerikan medyasının Osmanlılara ne şekilde yaklaştığını ve
okuyucusuna nasıl aktardığını ortaya koyması açısından özeldir. Karikatürlerle
ilgili verilen haberler sayesinde Amerikan’ın Osmanlı-Rus Savaşı
(1877-1878) yıllarında Osmanlı’yı ne biçimde gördüğü ve imgeleştirdiğini
gözlemlemek mümkündür. Tamamı sanatçı imzası barındıran, çeşitli
teknik becerinin sonucu olan bu karikatürlerin Sanat Tarihi literatürüne
kazandırılması amaçlanmıştır. Ayrıca yapılacak benzer çalışmalar için yabancı
gazetelerin önemi ortaya konmaya çalışılmıştır.

Caricature is a type of painting that is as old as historical humanity.
This genre, which is an important representative of the combination of
painting and criticism, continues its existence with the transformations
it has undergone in the historical process. In addition to their funny and
thought-provoking features, the caricatures, which also serve political
purposes, have been used in periodicals in Europe and America Newspapers
and magazines published in America contained many caricatures about the
Ottomans. The scope of this study consists of political caricatures with
wood engraving technique on the Ottoman Empire presented to its readers
by the American newspaper Harper’s Weekly between 1877-1878. As a
result of the research conducted in the issues of the newspaper between
January 1876 and June 1878, 130 issues open to access were determined.
In the aforementioned numbers, 12 caricatures about the Ottoman Empire
were found.
The caricatures in Harper’s Weekly are special in that they show
the current situation of the Ottoman Empire, how the American media
approached the Ottomans and how they conveyed it to their readers.
Thanks to the news about the cartoons, it is possible to observe how the
United States saw and imaged the Ottoman Empire during the Ottoman-
Russian War (1877-1878). It is aimed to bring these cartoons, all of which
bear the artist’s signature, and which are the result of various technical
skills, to the Art History literature. In addition, the importance of foreign
newspapers for similar studies has been tried to be revealed.

 


Harput İç Kale Kazılarında Görülen Kürevî Konik Kaplar

İsmail Aytaç

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0067

Sayfalar: 719- 762

Bu nitel çalışmada, Harput İç Kale’sinde birinci (2005-2009) ve ikinci
dönem (2014-2019) arkeolojik kazılarında, pişmiş topraktan yapılmış kürevî
konik kaplar incelenmiştir.
Harput İç Kale kazılarında, 1 adet sağlam kürevî konik kap dışında
toplamda 84 adet fragman ele geçmiştir. Bunların tümü incelenmiş olup
sağlam 1 kürevî konik kap, diğerleri çeşitli bölümlere ait toplamda 45 adet
fragman makalemizde değerlendirmeye alınmıştır. Bütün olan kürevî konik
kabın yüksekliği 12 cm, ağız delik çapı 1.6 cm, ağız çapı 2.9 cm, boyun
çapı 2.6 cm, gövde çapı 9.4 cm, ağırlığı ise 341 gr. olarak ölçülmüştür. Kazıda,
dairevi bir omuzla başlayan silindirik ve gövdede keskin bir profil ile
birbirinden ayrılan üst kısmı kürevî, alt kısmı konik olmak üzere iki farklı
tipoloji tespit edilmiştir. Söz konusu kapların basit, bant, ve mantar/kürevî
formlu olmak üzere üç adet ağız, kademeli olarak genişleyen ve çok kısa
silindirik bir boyun ile sivri ve düğme sivri sonlanan iki adet boyun ve dip
form ile karşılaşılmıştır. Makalede, kürevî konik kapların tanımı yapılarak
ve bu kapların dip formlarından dolayı zeminde dik duruşları ve taşınmaları,
ağızlarının kapanış biçimi, yapım tekniği ve fonksiyonları ile ilgili
birçok araştırmacının ileri sürdüğü farklı görüşlere de kısaca değinilmiştir.
Günümüze gelen örneklerin tamamında çark izine rastlanmıştır. Çoğu
yeşilimsi olmakla birlikte kiremit kırmızısı, siyah, kırmızımsı siyah, gri,
bej, kahverengi ve tonları ile yeşilimsi sarı renk hamurlu ve az gözeneklidir.
Bu kapların bir kısmı dış-iç astarsız, dış astarlı-iç astarsız, dış astarsız-
iç astarlı veya dış-iç aynı renkte astarlı olmakla birlikte farklı renklerde
de astarlanmış örnekler de bulunmaktadır. Harput İç Kale kazılarında görülen bir adet turkuaz sırlı ağız ve bir adet patlıcan moru gövde fragmanı
dışındaki tüm kürevî konik kaplar sırsızdır. Bir adet boya bezemeli
fragman dışında eserler bezemesiz, kalıp baskı, kazıma, oyma ve barbutin/
yapıştırma teknikleri ile yapılmış geometrik, bitkisel ve yazı bezemelerden
oluşmaktadır. Yazılı bezemelerden biri kaba gelişigüzel kazılmış Küfi yazı,
diğeri ise kabın işlevi ile ilgili Arapça “Naki” yazılı damga bulunmaktadır.
Eserlerin bezemelerinin yapımında birden fazla teknik bir arada kullanılmıştır.
Söz konusu olan bu kapların ilk örneklerine, Orta Tunç döneminde
rastlanılmış olup 15. yy.’a kadar kullanılmıştır. Fakat bu kaplar, araştırmacılar
tarafından en çok 10-13 yy.’a tarihlendirilmiştir. Harput İç Kale
kazılarında ele geçen kürevî konik kapları, 12-13. yüzyıla tarihlendirmekteyiz.
Söz konusu kaplar; kürevî konik kap, ağız ve boyun, gövde ve dip
fragmanları sıralamasına göre katalog oluşturulmuştur. Eserler; form, yapım
tekniği, hamur rengi, hamur yapısı, astar, sır, bezeme tekniği, bezeme
çeşitleri ve ölçüleri katalog bilgilerinde verilmiştir. Ayrıca bu eserler diğer
kazılarda görülen benzer örneklerle karşılaştırılmıştır.

In this qualitative study, spherical conical vessels made of terracotta
were examined in the first (2005-2009) and second period (2014-2019)
archaeological excavations in Harput Citadel. In the excavations of Harput
Citadel, 84 fragments were found in total, apart from 1 solid spherical
conical vessel. All of these have been examined and a solid 1 spherical
conical vessel and a total of 45 fragments belonging to various sections
have been evaluated in this article. The height of the whole sphericalconical
container is 12 cm, the rim hole diameter is 1.6 cm, the mouth
diameter is 2.9 cm, the neck diameter is 2.6 cm, the body diameter is 9.4
cm, and the weight is 341 gr. was measured. During the excavation, two
different typologies were identified, cylindrical starting with a circular
shoulder and spherical upper part and conical lower part, separated from
each other by a sharp profile on the body. Three rims, simple, band, and
mushroom/spherical in shape, a very short cylindrical neck that expands
gradually, and two necks and bottom forms with a pointed and button
pointed end were encountered in the vessels. In this article, the definition
of spherical conical vessels and the different views put forward by many
researchers about their upright standing and transport on the ground due
to their bottom form, the way their mouths are closed, the construction
technique and functions are briefly mentioned.
Traces of a wheel have been found in all of the examples that have
survived to the present day. Although most of them are greenish, some of
are brick red, black, reddish black, gray, beige, brown and their tones and
greenish yellow paste and less porous. Some of these vessels are without
outer-inner lining, outer-lined-unlined, outer-inner-lined or outer-inner
slipped in the same color, but there are also examples of different colors.
All spherical conical vessels are unglazed except for a turquoise glazed
rim and an eggplant purple body fragment found in the Harput Citadel
excavations. Except for one paint-decorated fragment, the artifacts are
undecorated and consist of geometric, floral and inscription decorations
made with die-cutting, scraping, carving and barbutine/gluing techniques.
One of the inscribed decorations is Kufic script engraved in the rough,
and the other is a stamp with the Arabic “Naki” inscription regarding the
function of the vessel. More than one technique was used together in the
making of the decorations of the works.
The first examples of these vessels were found in the Middle Bronze
Age and were used until the 15th century. However, these vessels are
mostly dated to the 10th-13th centuries by researchers. Spherical conical
vessels found in the excavations of Harput Citadel dates back to 12-
13th century. The vessels; a catalog was created according to the order
of spherical conical vessel, rim and neck, body and bottom fragments.
Works; form, construction technique, dough color, dough structure, slip,
glaze, decoration technique, decoration types and dimensions are given in
the catalog information. In addition, these artifacts were compared with
similar examples seen in other excavations.


Hasankeyf Kazı Buluntuları (2021)

Zekai Erdal

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0068

Sayfalar: 763- 778

Hasankeyf, Batman ilinin güneydoğusunda yer almaktadır. Hasankeyf’in
doğusunda Siirt’in Kurtalan ve Eruh ilçesi yer almaktadır. Güneyden,
Mardin’in Dargeçit ilçesi ve Batman’ın Gercüş ilçesi ile çevirili
olan ilçe kuzeyde Batman ili ve Beşiri ilçesi ile sınırlanmaktadır. Dicle
Nehri’nin kıyısında yer alan eski Hasankeyf (Aşağı Şehir), Ilısu Barajı’nın
yapımıyla sular altında kalmıştır.
Eski kent dokusunun tamamı 1981 yılında I. derece arkeolojik sit alanı
ilan edilmiştir. 1986 yılında başlayan kazı çalışmaları Mardin Müze Müdürlüğü
Başkanlığında, Prof. Dr. M. Oluş ARIK tarafından sürdürülmüştür.
1991 yılında GAP Bölge Kalkınma İdaresi Başkanlığı’nın desteğiyle
“Hasankeyf Tarihi ve Arkeolojik Sit Alanı Araştırma, Kazı ve Kurtarma
Projesi” adı altında kapsamı genişletilmiştir. 2004 yılına kadar devam eden
kazılarla, Sultan Süleyman ve Koç Camileri ile civarlarındaki külliye yapıları,
Aşağı Şehir’in merkezi dokusu ve seramik fırınları ortaya çıkarılmıştır.
2004 yılında Bakanlar Kurulu Kararı ile Hasankeyf kazı ve araştırmaları
Prof. Dr. Abdüsselam ULU ÇAM’a devredilen kazı 2017 yılına kadar
onun başkanlığında devam etmiştir.
2017-2021 yılları arasında Hasankeyf Arkeolojik Kazıları öncesinde
Batman Müzesi başkanlığında, sonrasında Hasankeyf Müzesi başkanlığında
yapılmıştır.
2021 yılı itibariyle de Hasankeyf Kazıları Mardin Artuklu Üniversitesi
öğretim üyesi Doç. Dr. Zekai ERD AL başkanlığından yürütülmeye
başlanmıştır.
2021 yılında Büyük Sarayın doğusunda yer alan mezarlık alanda, A,
B, C, B1, C1 plankarelerinde kazı çalışmaları yapılmıştır. 3332 adet sırlı ve
sırsız seramik parçası kırık halde ele geçirilmiş ve bunlar istatistik formu
üzerine işlenmiştir. Bunlardan 1039 adet seramik parçası sırlı, 2293 adet
sırsız seramiktir. B, C, B1 ve C1 açmaları genelinde 30 adet mezar tespit
edilmiştir. 2021 yılına ait kazı çalışmalarında 25 adet sikke, 1 tane yüzük,
1 adet çift gümüş küpe ve 5 adet farklı materyallerden obje; 10 adet boncuk
dizini, 1 adet cam halka ve cam parçaları; 4 taş gülle, 1 adet akik taşından
yüzük; 1 adet zihgir, (okçu yüzüğü) 1 adet halka ve 1 adet oyun zarı tespit
edilmiştir.

Hasankeyf is located in the southeast of Batman province. Kurtalan and
Eruh districts of Siirt are located to the east of Hasankeyf. It is surrounded
by Dargeçit district of Mardin and Gercüş district of Batman in the south
and bordered by Batman province and Beşiri district in the north. The old
Hasankeyf (Lower City), located on the banks of the Tigris River, was
flooded by the construction of the Ilısu Dam.
The entire old city texture was declared a Grade I archaeological site in
1981. Beginning in 1986, excavations were carried out by Prof. Dr. M. Oluş
ARIK under the direction of Mardin Museum Directorate. In 1991, with
the support of the GAP Regional Development Administration, the scope
was expanded under the name of “Hasankeyf Historical and Archaeological
Site Research, Excavation and Salvage Project”. Until 2004, the excavations
revealed the Sultan Suleiman and Koç Mosques and the complex structures
around them, the central texture of the Lower City and ceramic kilns.
In 2004, Hasankeyf excavations and researches were transferred
to Prof. Dr. Abdüsselam ULU ÇAM by the Decree of the Council of
Ministers and continued under his presidency until 2017. Between 2017-
2021, Hasankeyf Archaeological Excavations were carried out first under
the presidency of the Batman Museum and then under the presidency of
the Hasankeyf Museum. As of 2021, Hasankeyf Excavations started to be
carried out under the chairmanship of Mardin Artuklu University faculty
member Assoc. Prof. Dr. Zekai ERD AL.
In 2021, excavations were carried out in plan-squares A, B, C, B1,
C1 in the cemetery area located east of the Great Palace. 3332 glazed and
unglazed ceramic sherds were recovered in broken state and these were
processed on the statistical form. Of these, 1039 sherds are glazed and
2293 are unglazed. 30 graves were identified throughout Trenches B, C,
B1 and C1. During the 2021 excavations, 25 coins, 1 ring, 1 pair of silver
earrings and 5 objects of different materials; 10 bead strings, 1 glass ring
and glass fragments; 4 stone cannonballs, 1 agate stone ring; 1 mindgir
(archer’s ring), 1 ring and 1 game dice were found.


Hazar Dönemi Kale Duvarlarındaki Tasvirler Üzerine

J. Özlem Oktay Çerezci

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0069

Sayfalar: 779-814

Erken devirlerden başlayarak bazı Türk toplulukları ve onlarla ilişkili
bozkır toplulukları Karadeniz’in kuzeyine, Doğu Avrupa’ya yayılmış ve
söz konusu topraklara yerleşmişlerdir. Bu dönemlerde kurulan şehirlerin
ortak özelliklerinin başında kare şeklinde iç kalelerinin bulunması ve bunların
duvarlarla çevrilmiş̧ olmaları gelir. Bu gelenek dahilinde Hazar Dönemi’ne
ait olarak kabul edebileceğimiz Sarkel, Semikarakorsk, Mayatsk
gibi kale duvarları üzerindeki tasvirler dikkat çekmektedir.
Sarkel’in inşâ sında kullanılan bir kısım kerpiç blok tuğlalar üzerinde
çeşitli işâ ret, harf, simge, hayvan ve insan figürleri olan ve çoğunluğu tamga
niteliği taşıyan kazımalar tespit edilmiştir. Bunların birden fazla anlam
içerdiği düşü nülebilir; tuğlaları imal edenleri belirlemek ve inşaatın başarıyla
bitirilmesi ya da şehrin güvenliği için Şamanist inanç altında bir nevi
tılsımlı güç leri yanlarında tutmak vb. gibi.
Sarkel’de ve bahsedeceğimiz Mayatsk gibi diğer Hazar Dönemi kalelerinde
de takip edileceği gibi düz beyaz duvar bloklarının üzerinde kazıma
tekniği ile işlenmiş pek çok işaret, tasvir ve Türk Runik karakterli yazıt
yer almaktadır. Usta, bunları herhangi ucu sivri bir aletle yapabilmektedir
hâttâ en uygun olarak bıçak kullanılmıştır. Buradaki kompozisyonlar arasında
da çoğunlukla kahramanlık, Şamanist inançla le ilgili ifadeler yer
alır. Ayrıca Semikarakorsk Kalesi’ndeki tasvirler de diğerleriyle uyumluluk
göstermektedir.
Muhtemelen yerel işç iler tarafından yapılmış, sur duvarlarındaki bu
tasvirler oldukça fazla çeşide sahiptir. Bunları genel anlamda geometrik desenli, tamgalı/tamga görünümlü, insan ve hayvan tasvirli olarak gruplandırmak
mümkündür. Bu tasvirlerin önemli bir kısmı özellikle Göktürk
Dönemi sanatı kaya resmi örneklerine oldukça fazla benzemeleriyle dikkat
çekmektedir. Usta, atölye ya da boy işaretleri olarak nitelendirilebilecek
benzeri örneklere ise yine çeşitli Türk dönemlerinde rastlamak mümkündür.
Söz konusu çalışmamızda yukarıda adı geçen Hazar Dönemi kaleleri
üzerindeki tasvirler tanıtılıp değerlendirilmeye çalışılacaktır.

Starting from the early ages, some Turkish communities and their
associated steppe communities spread to the north of the Black Sea and
Eastern Europe and settled in these lands. One of the common features of the
cities established in these periods is the presence of square inner fortresses
that were surrounded by walls. Within this tradition, the depictions on the
fortress walls such as Sarkel, Semikarakork and Mayatsk, which we can
accept as belonging to the Khazar Period, draw attention.
On some of the mud-bricks that were used in the construction of Sarkel,
scrapings with various signs, letters, symbols, animal and human figures and
mostly of tamga quality were found. It can be thought that these have more
than one meaning such as to identify the brick manufacturers and to keep
some kind of talismanic forces with them under the Shamanist belief for the
successful completion of the construction or the safety of the city, etc.
As can be seen in Sarkel and other Khazar Period castles such as
Mayatsk, which we will mention, there are many signs, depictions and
inscriptions with Turkish Runic characters on the plain white wall blocks.
The master can do these with any sharp tool, even a knife is used most
appropriately. Among the compositions, there are mostly expressions
related to heroism and shamanistic belief. In addition, we can say that the
depictions in the Semikarakorsk Fortress are compatible with the others.
These depictions on the fortress walls, probably made by local workers,
have a great variety. In general, it is possible to group them as geometric
patterns, tamga / tamga appearance, human and animal depictions. A
significant part of these depictions draws attention with their similarity to
rock painting samples of Gokturk Period art. It is possible to come across
similar examples that can be described as master, workshop or clan signs in
various Turkish periods. In this study, the depictions on the Khazar Period
fortresses that are mentioned above will be introduced and evaluated.


Turabdin Bölgesi Süryani Dini Mimarisinde İnziva Mekanları (Beth Manem Köyü’nde Bir Kaya Manastırı “Hebis”)

Tahsin Korkut

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0070

Sayfalar: 815-838

Turabdin Bölgesi’nin hem Süryaniler hem de Hıristiyanlık âlemi için
önemi, burada oluşturulan ve kökleri erken dönem Hristiyanlığa kadar giden
güçlü dini bir geleneğin varlığından kaynaklanmaktadır. Günümüz Mardin
İli’nin Midyat İlçesi ve civarını kapsayan Turabdin Bölgesi’nde, çok sayıda
manastır ve kilise gibi dini mimari yapısı, bu toprakların Süryaniler tarafından
kutsal bir bölge olarak kabul edildiğini ortaya koymaktadır. Aslında,
Turabdin isminin genel kanıya göre; “Tanrı’nın Hizmetkarlarının Dağı” anlamına
geldiği bilinmektedir. Bu da bölgedeki dağlarda bulunan manastırların
ve münzevi Hıristiyan yaşamının yoğunluğu ile açıklanabilir. Yöredeki
dağların kolay işlenebilen kalker kayaçlara sahip olması, buraların ruhaniler
tarafından oyularak ihtiyaç duyulan çeşitli ibadet mekanlarına dönüştürülmesini
sağlamıştır. Bu ibadet mekanları bazen tamamen kayaların oyulması
ile oluşturulurken bazen de cephe açıklıkları duvarlarla kapatılarak mimari
bir yapıya dönüştürüldükleri görülmektedir. Mardin İli, Nusaybin İlçesi,
Beth Manem Köyü kırsalındaki Bagok (İzlo) Dağı’nda bu şekilde oluşturulmuş
çeşitli kaya manastırlarının yanı sıra özellikle inziva amaçlı olarak yapılmış
bazı münzevi manastır yapıları bulunmaktadır. Yöre halkı tarafından
“Hebis” olarak adlandırılan bu ilgi çekici mekanlardan biri çalışmamızın ana
konusunu oluşturmaktadır. Araştırmalarımıza göre Beth Manem Köyü kırsalında
benzer tipolojik özellikler gösteren üç farklı Hebis Manastırı tespit
edilmiştir. Bunlardan bir örnek çalışmamız kapsamında ele alınmıştır

The importance of the Turabdin Region for both the Assyrians and
the Christian world is due to the existence of a strong religious tradition
created here, the roots of which go back to early Christianity. Religious
architectural structures such as numerous monasteries and churches in
the Turabdin Region, which covers the Midyat District and the vicinity
of modern-day Mardin Province, reveal that these lands are considered a
sacred region by Assyrians. In fact, according to the general opinion, the
name Turabdin is known to mean “The Mountain of the Servants of God”.
This can also be explained by the intensity of monasteries and ascetic
Christian life located in the mountains in the region. The fact that the
mountains in the region have limestone rocks that can be easily processed
has enabled these places to be carved by the spirits and converted into
various places of worship that are needed. It is seen that these places of
worship are sometimes created entirely by carving rocks, and sometimes
they are converted into an architectural structure by closing the facade
openings with walls. There are various rock monasteries created in this way
on the Bagok (Izlo) Mountain in the countryside of Beth Manem Village,
Nusaybin District, Mardin Province, as well as some hermit monastery
structures made especially for seclusion purposes. One of these interesting
places, called “Hebis” by the local people, constitutes the main subject of
our study. According to our researches, three different Hebis Monasteries
showing similar typological features have been identified in the Beth
Manem Village countryside. A sample of these has been considered within
the scope of our study.


Kültürel Belleğin İzleri İskilip Mimarisinde Kapı ve Tokmaklar

Oktay Gündoğdu

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0071

Sayfalar: 839-866

İskilip geleneksel konut mimarisi, 19. ve 20. yüzyılın örneklerini sergilemesi
ve tarihi dokusunu koruması nedeniyle önemli veriler sunmaktadır.
Hem geleneksel Türk konutlarının tipolojik çeşitliliğini yansıtması
hem de üzerinde barındırdığı kültürel belleğin izleri bu çalışmanın yapılmasını
gerekli hale getirmiştir. Medeniyetlerin önemli remizlerinden birisi
belleklerdeki kimliğin nüvelerde takip ediliyor olmasıdır. İlçe merkezinde
yapılan taramalar nitelik ve nicelik açısından fark edilebilecek bir dokümanı
ortaya çıkartmaktadır. Osmanlı geç dönemlerine tarihlenen konutlardan
başlamak koşuluyla Cumhuriyet ve sonrasına tarihlenen çok sayıda konutun
giriş kapılarının tasarımlarında geleneksel kapı tokmağı ve halkasının
kullanılıyor olması burada yaşayan bir kültürün mirası olarak görülmelidir.
İlçenin Osmanlı döneminden bu yana geleneksel Türk el sanatlarına bağlı
olması ve farklı alanlarda ustaların yetişmesi bölgenin sanatsal açıdan zenginliğine
işaret etmektedir. Marangozların ve demir ustalarının tasarımları
ve teknikleri kapılarda kendini göstermektedir. Çalışmada tespit edilen
mevcut kapı, tokmak ve halkalarının tipolojik sınıflandırması yapılmaya
çalışılmıştır. Malzeme analizleri, formlar ve tasarımların özgünlüğü üzerine
incelemeler yapılarak dönem üslubu belirlenmiştir. İncelenen kapılarda
süslemenin az olduğu, kapı tokmaklarında ise çeşitliliğin olduğu görülmektedir.
Kapılar ahşap malzemeden olup çoğunlukla kapı halkalarında
demir, tokmaklarında ise pirinç malzeme kullanılmıştır. Teknik olarak bakıldığında
ise döküm ve dövme ön plandadır. Malzemenin tezyin edilmesinde
büyük oranda oyma ve ajur tekniğinin kullanıldığı görülmektedir.
Buradaki bağlantıların Kastamonu, Çankırı, Çorum gibi çevre illerdeki benzerleri hem işçiliği hem de kaynağı işaret etmesi nedeniyle karşılaştırmalı
olarak verilmiştir. Bu çalışma aynı zamanda İskilip mimarisindeki
kapı (tek veya çift kanatlı, tablalı veya çakma kapı gibi) tipolojilerini de ortaya
koyacaktır. Geleneksel İskilip mimarisinde dönem üslubunu yansıtan
kapıların tokmak, halka ve sistemlerinin vurgulandığı bu çalışma fotoğraf
ve çizimlerle belgelenerek kayıt altına alınmıştır.

Iskilip provides important data as it exhibits traditional residential
architecture, examples of the 19th and 20th centuries and preserves its
historical texture. Both the typological diversity of traditional Turkish
houses and the architectural details necessitated this study. One of the
important symbols of civilizations is that the identity in the memories is
followed in the cores. The examinations made in the district center reveal
a result that can be noticed in terms of quality and quantity. Traditional
doorknobs and rings were used in the designs of the entrance doors of
many houses from the Ottoman period to the Republic. This should be
seen as the legacy of a living culture. The fact that the district has been
connected to traditional Turkish handicrafts since the Ottoman period
and the training of masters in different fields shows the artistic richness
of the region. The designs and techniques of carpenters and blacksmiths
are seen on the doors. In the study, typological classification of doors,
knockers and rings was made. Based on material analyzes and designs,
their dates were examined. It is seen that there is little ornamentation on
the doors examined, and there is diversity in the door knockers. Wood was
used on the doors, iron on the door rings, and brass on the door knockers.
Technically, casting and forging materials are used. Carving technique was
generally used in decorations. Similar ones in neighboring provinces such
as Kastamonu, Çankırı and Çorum are important because they indicate both
the workmanship and the source. This study will also determine the door
typology in Iskilip architecture. This work, in which the door elements are
emphasized in the traditional İskilip architecture, has been documented
with photographs and drawings.


İslam Resminde Ortak Motifler Şehname Destanı Ve Peygamber Kıssaları

Derya Aydın

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0072

Sayfalar: 867 – 887

Şehname (11.yüzyıl), İran’ın İslamiyet öncesi milletlerinin, hükümdarlarının
ve kahramanlarının savaşlarını anlatan hikâyelerden oluşturmaktadır.
Kısas-ı Enbiya ise İslam peygamberinin hayat hikayeleri ve
mucizelerini anlatan kitaplardır.
Şehnameler ve Kısas-ı Enbiyalar zaman içerisinde görsel kültür içinde
karşılık bulur. Böylece bu eserler, İslam resim sanatı içerisinde sevilen ve
resimlenen el yazmaları arasına girmişlerdir. Farklı içeriğe sahip olan bu
eserlerin hikayelerindeki birçok ortak motif dikkati çekmektedir. Bu ortaklıklar
hikayelerin sahnelerinde belirgin bir şekilde ön plana çıkmaktadır.
Hikayeler arasındaki incelemelerle örneğini çoğaltabileceğimiz pek çok
sahne bulunmaktadır Bunlar arasından, Şehname destanın yer alan, Siyavuş’un
ateşten geçmesi ve Kısas-ı Enbiya’da İbrahim peygamberin ateşe
atılması sahnelerindeki ateş motifi, benzer şekilde Bijen’in kuyuya atılması
ve Yusuf peygamberin kuyuya atılmasındaki kuyu motifi, Cemşit’in
saltanatı ve Süleyman Peygamber’in saltanatı sahnelerinde hükümdarlık
motifi örnek olarak gösterilebilir. Bu motiflerin, hem İslamiyet öncesine ait
bir metinde geçmesi hem de İslam peygamberlerin kıssalarında yer alması
ve hikayelerin resimlenirken ikonografik olarak ana öge başka bir deyişle
sahnede ana motif olarak kullanılmaları dikkat çekicidir. Bu kapsamda
inceleme yapıldığında, çok sayıda resimli Şehname nüshasının varlığı ile
benzer şekilde resimli Kısas-ı Enbiya nüshası karşımıza çıkmaktadır. Konuyu inceleyebilmek için aynı dönemlerde yapılmış resimli Şehnameler
ve Farsça olarak yazılmış resimli Kısas-ı Enbiya nüshalarına bakmak hikayelerdeki
ortaklıkla birlikte, sahnelerdeki ortaklığı da belirgin bir şekilde
ortaya koymayı sağlayacaktır.
Bu çalışmada aynı dönemlerde yapılmış resimli Şehnameler ve Farsça
olarak yazılmış resimli Kısas-ı Enbiya nüshalarını incelenerek hikayelerdeki
ve sahnelerdeki ortak motifler ortaya çıkarılıp, incelenecektir. Bu bağlamda
aynı dilde yazılmış farklı türden kitapların sahnelerinde yer alan ana
öğe ve motiflerin aktarımı irdelenip, bu konu üzerinde değerlendirmeler
yapılacaktır.

Shahnama (11th century) is composed of the stories telling about the
wars of the pre-Islamic nations, rulers and heroes in Iran. On the other
side, the Stories of the Prophets are books telling about the life stories and
miracles of the Islamic Prophet.
Shahnamas and Stories of the Prophets gain ground within the visual
culture over time. Thus, these works take part among the popular and
illustrated manuscripts in Islamic painting. Many common motifs draw
attention in the stories of these works, each bearing a different content. These
commonalities stand prominently out in the scenes of the stories. There are
many such scenes that we can indicate by examining the stories. Among
these, the fire motif both in the scenes of Siyavush passing through the fire
in the Shahnama epic and of the Prophet Abraham thrown into the fire in
Stories of the Prophets; similarly the well motif in the scene of Bijen thrown
into the well and Yusuf being thrown into the well; and the reign motif in
the scenes of the reign of Jamshid and the Prophet Solomon can be given as
examples. It is remarkable that these motifs are not only mentioned in a pre-
Islamic text but also included in the Stories of the Islamic Prophets, and that
they are used iconographically, while the stories are illustrated, as the main
element, in other words, as the main motif in the scene. Analyzed within
this context, we encounter a large number of illustrated copies of Shahnama
and the illustrated copy of Stories of the Prophets. In order to examine the
subject, looking at the illustrated Shahnamas composed in the same period
and the illustrated copies of Stories of the Prophets written in Persian will
clearly reveal the commonality in the scenes as well as the one in the stories.
In this study, the common motifs in the stories and scenes will be
found out and examined by looking through the illustrated Shahnamas
and the illustrated copies of Stories of the Prophets written in Persian.
In this context, the transfer of main elements and motifs in the scenes of
different types of books written in the same language will be examined and
evaluations will be made on this subject.


İslam Sanatında Ma’kılî Yazının Tanımı Ve Tipolojisi Yeni Bir Yaklaşım

Alper Altın

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0073

Sayfalar: 887-916

Satrançlı kûfi olarak da bilinen ma’kılî yazı, hat sanatında önemli yazı
çeşitlerinden biridir. Ma’kılî yazı, geometrik süsleme ile yazılı süslemeyi
ortak bir paydada buluşturan tek yazı tarzıdır. Bu açıdan ma’kılî yazı,
hat sanatının konusu olduğu kadar geometrik süslemenin de konusu olmuştur.
Sözlüklerde bu yazının tanımı genel itibariyle yuvarlak ve kavisli
harflerin bulunmadığı, bütünüyle düz harflerden oluşan yazı çeşidi olarak
açıklanmaktadır. Kısmen doğru olan bu tanımlamanın yeterli bir tanımlama
olmadığı düşünülmektedir. Çeşitli biçimlerdeki geometrik ızgara ile
ortaya konulan bu yazı çeşidinde ekseriyetle kullanılan ızgara, kare ve üçgen
biçimli olduğu için böyle bir tanımlama yapılmıştır. Söz konusu yazı
tarzında sadece düz hatlar kullanılması zorunlu değildir. Yuvarlak ya da
eğri formların olduğu farklı ızgaralar da mevcuttur. Benzer biçimde kavisli
hatlarla da aynı ifadenin yazılması mümkündür. Süsleme sanatlarındaki
geçmiş ve yeni biçimlerle vereceğimiz örneklerle tanımlamanın yetersiz
kaldığı delillendirilecek, yuvarlak ve kavisli harflerin de kullanılabildiği
gösterilecektir. Hem düz hem de kavisli şekilleri içine alacak biçimde
oluşturacağımız yeni tanımlama ile bu yazı tarzının doğru tanımlamasının
yapılmasına çalışılacaktır. Bunun yanında daha önce hiç tipolojisi verilmemiş
olan bu hat üslubunun üretiminde kullanılan ızgaralarla tipolojisinin
yapılması sağlanacaktır. Oluşturduğumuz tipolojideki örnekler fotoğraflar
ve çizimlerle desteklenecektir.

Ma’qili calligraphy, also known as square kufic, is one of the
important writing types of Islamic calligraphy. Ma’qili writing is the only
calligraphy style that combines geometric ornament and written ornament
on a common denominator. In this respect, Ma’qili writing has been the
subject of geometric ornament as well as the subject of calligraphy. The
definition of this script in the dictionaries is described as a type of writing
consisting entirely of straight letters, without round and curved letters in
general. It is thought that this definition, which is partially correct, is not an
adequate definition. The grid, which is mostly used in this type of writing,
created with a geometric grid of various shapes, is square and triangular.
Therefore, such a definition has been made. It is not obligatory to use only
straight lines in the writing style in question. There are also different grids
consisting of round or curved forms. Similarly, it is possible to write the
same expression with curved lines. It will be proved that the definition is
insufficient with the examples we will give with the past examples and
new forms in the ornamental arts, and it will be shown that the round and
curved letters can also be used. With the new definition that we will create
to include both straight and curved shapes, we will try to make the correct
definition of this writing style. In addition, the typology of this calligraphy
style, which has never been given a typology before, will be provided with
the grids used in the creation. The examples in the typology we created will
be supported by photographs and drawings.


İznik Orhan İmareti Camii’nde 2022 Yılı Çalışmaları

Ahmet Vefa Çobanoğlu – Ayşe Denknalbant Çobanoğlu – Ahmet Türkmenoğlu

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0074

Sayfalar: 917-946

İznik’te sur dışında Yenişehir Kapısı yakınında yer alan Orhan İmareti
Camii’ne ve hamama ait kalıntılar günümüze ulaşmıştır. İki ayrı alan üzerinde
bulunan yapılardan cami güneyde, hamam ise bundan yaklaşık 200
m. kadar kuzeyde inşa edilmiştir. 1963 ve 1964 yıllarında Prof. Dr. Oktay
Aslanapa başkanlığında yapılan kazı çalışmaları ile taş ve tuğla ile almaşık
örgülü duvarlara sahip yapının tabhaneli/zaviyeli olarak tanımlanan tipte
bir plan gösterdiği tespit edilmiştir. Kazıda birkaç parça halinde bulunan
ve birleştirilerek müzeye teslim edilen taş kitabe H.735 (M.1334-1335)
olarak yapının inşa tarihini vermektedir. Ayrıca duvarlardaki izlerden ve
dökülmüş halde bulunan yeşil ve firuze çini parçalarından caminin içinin
vaktiyle altıgen çinilerle kaplanmış olduğu anlaşılmıştı.
Yakın zamana kadar özel mülkiyette olan ve etrafı zeytin ağaçları ile
çevrelenmiş bir alan içinde bulunan caminin temel kalıntıları 55 yılı aşan
süre zarfında ilgisizlik, bakımsızlık ve insan eli ile yapılan müdahalelerden
dolayı tekrar içerisi toprakla dolmuş, etrafı taş, toprak ve çalılarla kapanmıştı.
İznik Belediyesi tarafından etrafı kamulaştırılarak yolla bağlantısı
sağlanan yapıda 2022 Nisan-Mayıs-Haziran aylarında İznik Müzesi denetiminde
bir temizlik çalışması gerçekleştirilmiştir.
Daha önce Prof. Dr. Oktay Aslanapa zamanında yapılan tespitlerin
yanı sıra, bu çalışmada özellikle dış duvarların açığa çıkarılması gerçekleştirilmiştir.
Farklı noktalarda açılan sondajlarla da yapının temel durumu
izlenmeye çalışılmıştır. Yapıda çok sayıda iri blok taşlardan oluşan devşirme
malzemenin kullanıldığı görülmüştür. Son cemaat yerinde yıkılan
revakların kemer izleri, devrilen sütunlar, revakların arasındaki mermer şebekelere
ait parçalar, yoğun miktarda döşeme tuğlası, kapı ve pencerelere
ait olabilecek silmeli mimari parçalar, yeşil sırlı altıgen çiniler bu çalışma
esnasında tespit edilmiştir.
İzlenebildiği kadarıyla duvarlarındaki kireç harcının bağlayıcılığı
ortadan kalkmış ve duvarları neredeyse temel seviyesine inmiş olan yapı
hızla yok olmak üzeredir. Mevcut durumun tespiti, yapının varlığını koruyarak
gelecek kuşaklara aktarılması önem arz etmektedir. Bu amaçla bildiride
yapıda 2022 çalışmasında elde edilen veriler üzerinde durulacaktır.

The ruins of the Orhan Imaret Mosque and the bath, located outside
the city wall in İznik, near the Yenişehir Gate, have survived to the present
day. Among the structures located on two separate areas, the mosque was
built in the south, and the bath was built approximately 200 m. to the north.
With the excavations carried out in 1963 and 1964 under the direction of
Prof. Dr. Oktay Aslanapa, it was determined that the building, which has
walls alternated with stone and brick, showed a plan of the type defined as
a tabhane / zawiyah. The stone inscription found in several pieces during
the excavation and delivered to the museum gives the construction date of
the building as H. 735 (M. 1334-1335). In addition, it was understood from
the traces on the walls and the pieces of the green and turquoise tiles on the
ground that the interior of the mosque was once covered with hexagonal
tiles.
The main ruins of the mosque, which was in private ownership until
recently and was surrounded by olive trees, was filled with soil again and
surrounded by stones, soil and bushes due to apathy, neglect and human
interventions over a period of more than 55 years. A cleaning work was
carried out under the supervision of the Iznik Museum in April-May-June
2022 in the building, whose surroundings were expropriated and connected
to the road by the Iznik Municipality.
In addition to the determinations made in the time of Prof. Dr. Oktay
Aslanapa, in this study, especially the outer walls were exposed. The
foundation of the building was tried to be detected with the soundings dug
at different points. It has been observed that spolia material consisting of
many large blocks of stones was used in the building. Arch traces of the
collapsed porticos in the narthex, collapsed columns, marble fragments, a
large amount of floor bricks, architectural pieces that may belong to doors
and windows, and green glazed hexagonal tiles were identified during this
study.
As far as can be seen, the binding of the lime mortar on its walls
has disappeared and the building, whose walls are almost at the level of the foundation, is about to disappear rapidly. It is important to determine
the current situation and to transfer the structure to future generations by
preserving its existence. For this purpose, the paper will focus on the data
obtained in the 2022 study on the structure.
Key Words: İznik, Early Ottoman


Karma Yapılara Bir Örnek Trabzon Eski Ptt Binası (Gabayani Konağı-İşyeri)

Temel Sağlam

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0075

Sayfalar: 945-976

Trabzon tarihi kent mimarisi, antik dönemden itibaren yapılmış binalarıyla
çok kültürlü katmanlar içermektedir. Trabzon şehrinin, özellikle
Roma döneminden itibaren önemli bir liman kenti kimliği elde etmesi, ticari
mal mübadele merkezlerinden birisi olmasını ve çok uluslu ticaretin
yapıldığı şehirler arasında yerini almasını sağlamıştır. Bizans İmparatorluk
ailelerinden Komnenos Hanedanı’nın Latin istilasını müteakiben şehre
gelmeleri ve devlet kurmaları ile Trabzon İmparatotluğu’na başkentlik
eden şehir, mimarisi ile de başkent üslubuna evrilmiştir. Osmanlı dönemindeki
şehzadeler şehri hüviyeti ile bu gelişim evresini devam ettiren şehir,
19. yüzyıl sonu 20. yüzyıl başlarından itibaren batılılaşma üslubuyla yapılan
büyük konak ve işyerleri ile İstanbul ve İzmir’i hatırlatmaktadır. Şehrin
ana arterleri konumundaki Uzun Sokak, Kunduracılar ve Semerciler
Caddeleri başta olmak üzere, sosyo-ekonomik bakımdan daha canlı olan
sokakları, Avrupa kent mimarisi etkisiyle gelişen, İstanbul-Karaköy ve Beyoğlu,
İzmir-Karşıyaka ve Buca’da Levanten aileler tarafından yapılmış
aynı işlevli yapılarıyla benzer bir görüngü oluşturmaktadır. Neo-Klasik ve
Neo-Rönesans sanat akımları ile inşa edilen bu yapılardan birisi de Eski
PTT binasıdır. Karma işleve sahip olan yapı, 1904 yılında, günümüzdeki
Atatürk Köşkü’nün de eski sahibi olan tüccar Gabayani (Kabayanidis) ailesi
tarafından yaptırılmıştır. Tamamen kesme taş malzeme ile inşa edilen
yapının zemin katı işyeri olarak tasarlanmış, üst katı ise ikametgâh olarak
kullanılmıştır. Caddeye bakan ön yüzü simetri esaslı bölünmeler ile kat
silmeleri, kornişler, plaster, pencere ve çıkmalarla hareketli kılınmıştır.
Eğimli çatı akroterleri ve üçgen alınlıklarıyla dış cephe kısmında dönemin
batılı tarzını tam olarak yansıtan binanın geometri esaslı volta tavanları ve
desenli taban karo mozaikleri de iç düzenlemenin önemli unsurlarındandır.
Duvar içerisine yerleştirilen ve sınırlı sayıda üretilen aynı zamanda dönemin
ender çelik kasaları arasında yer alan İngiliz üretimi Milners Çelik
Kasa, 1845 yılı Londra yerel üretim atölyesi ürünüdür.
Bu bildiride başkent dışındaki yerleşim alanlarından biri olan Doğu
Karadeniz Bölgesindeki Trabzon şehrinin, genelleme olarak eyalet üslubu
tanımlamasına aykırı tarihi kent mimarisine bir örnek yapı incelenmiştir.
Başkent üslubu yapılaşma örnekleminin ender olduğu Anadolu’da, tarihi
arka planının da yönlendirmesi ile gelişen Trabzon kent mimarisine ayrı
bir bakış açısı getirilmektedir.

The historical city architecture of Trabzon includes multicultural layers
with its buildings built since ancient times. The city of Trabzon, which
developed depending on the satraps of the Miletus, gained the identity of
an important port city especially since the Roman period, making it one of
the centers of trade goods exchange and taking its place among the cities
where multinational trade was made. The city, which was the capital of the
Trabzon Empire, has evolved into the capital style with its architecture, after
the Byzantine Empire families, the Komnenos Dynasty, came to the city
after the Latin invasion and established a state. Trabzon city architecture,
which enriched with the reflections of the western architectural style as a
result of the concessions given to the Venetian and Genoese in the 13th
and 14th centuries, is distinguished from many other cities in Anatolia
with its cosmopolitan building examples. The city, which continued this
development phase with its identity as the city of princes in the Ottoman
period, reminds Istanbul and Izmir with its large mansions and workplaces
built in the style of westernization since the end of the 19th century and
the beginning of the 20th century. With its socio-economically more lively
streets, especially Uzun Sokak, Kunduracılar and Semerciler Streets, which
are the main arteries of the city, and the same functional structures built by
Levantine families in Istanbul-Karaköy and Beyoğlu, İzmir-Karşıyaka and
Buca, which developed with the influence of European urban architecture.
creates a similar phenomenon. One of these structures, which was built
with Neo-Classical and Neo-Renaissance art movements, is the Old PTT
building. The structure, which has a mixed function, was built in 1904
by the merchant Gabayani (Kabayanidis) family, who is also the former
owner of the present Atatürk Mansion. The ground floor of the building,
which was completely built with cut stone material, was designed as a
workplace, and the upper floor was used as a residence. The additional
floor, which was added to the building, which was designed as a basement
floor, installation rooms, service preparation areas and a warehouse, was
built after the 1940s. Trabzon Old Post Office Building shows eclectic
stylistic features in a parallel development with the structures of the Ottoman capital architecture of the same period. The front side facing the
street has been made active with symmetry-based divisions, floor moldings,
cornices, plaster, windows and overhangs. Baroque, rococo and art nouvea
influences can also be observed in the façade decoration details of the
building, which fully reflects the neo-classical western style of the period,
on the exterior with its sloping roof acroteres and triangular pediments.
The plaster stucco decorations of the geometry-based volta ceilings, the
dialectical motif contours in the pencil works and the color world and the
patterned floor tile mosaics are among the eclectic style elements of the
interior arrangement. The British production Milners Steel Safe, which is
placed inside the wall and produced in limited numbers and is among the
rare steel safes of the period, is the product of the London local production
workshop in 1845.
In this paper, an example of the historical city architecture of the city
of Trabzon in the Eastern Black Sea Region, which is one of the residential
areas outside the capital, which is contrary to the definition of the state
style as a generalization, has been examined. A different perspective is
brought to the city architecture of Trabzon, which has developed with the
guidance of its historical background in Anatolia, where the capital-style
construction sample is rare.


Kayseri Selçuklu Uygarlığı Müzesinde Sergilenen Keykubadiye Sarayı Taşınır Kültür Varlıkları

Ali Baş – Remzi Duran – Necla Dursun – Şükrü Dursun – Gürcan Senem

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0076

Sayfalar: 977-1004

Anadolu Selçuklu sultanı 1. Alaeddin Keykubad tarafından 1220’li
yılların ortalarında Kayseri’de inşa ettirilen Keykubadiye Sarayı’nda sistemli
olarak 2015 yılından itibaren Bakanlar Kurulu Kararıyla arkeolojik
kazı çalışmaları yapılmaktadır. Kazının başlangıcından 2020 yılına kadar
geçen süreçte önemli taşınır kültür varlıkları ele geçmiştir. Bunlar arasında
seramik ve çiniler ilk sırada gelmektedir. Ayrıca söz konusu buluntular
arasında 2014 yılında yapılan sondaj çalışması sırasında ortaya çıkan
eserler de önemli bir yer tutmaktadır. Ele geçen buluntuların az bir kısmı
envanterlik olup, büyük bir kısmı etütlük veya amorf niteliktedir. Çini ve
seramiklerde farklı teknikler kullanılmıştır. Çinilerde, tek renk sırlı, sır altı
ve lüster teknikleri görülürken seramiklerde sırsız-sırlı, sır altı, lüster, sgraffito
ve slip teknikleri görülmektedir. Kullanılan renkler Anadolu Selçuklu
döneminde sıkça karşılaştığımız turkuaz, kobalt mavisi ve patlıcan
morudur. Sırlarında şeffaf, turkuaz ve opak beyaz kullanılmıştır. Bazı örneklerde
astar uygulaması görülürken bazılarında astar uygulanmamıştır.
Eserlerde geometrik, bitkisel, figürlü, yazılı ve nesnel süsleme görülmektedir.
Geometrik süslemelerde çokgen, yıldız ve düğüm motifleri ağırlıktadır.
Bitkisel süslemeler Anadolu Selçuklu üslubunu yansıtan stilize rumi,
palmet, lotus ve çok yapraklı çiçekler biçimindedir. Yazılı süsleme eserlerde
daha çok dekoratif amaçla kullanılmıştır. Figürlü süsleme motifleri natüralist
ve fantastik hayvan figürleri biçiminde görülürken çok az örnekte
insan tasviri bulunur.
Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Kayseri Büyükşehir Belediyesi arasında
yapılan 21.02.2022 tarihli protokol çerçevesinde yukarıda bahsedilen
envanterlik ve etütlük buluntuların Kayseri Büyükşehir Belediyesince
düzenlemesi yapılan ve işletilen Kayseri Selçuklu Uygarlığı Müzesi’nde
sergilenmesi kararlaştırılmış ve bu doğrultuda Çifte Medrese’nin (Gevher
Nesibe Medresesi ve Darüşşifası) doğusundaki yapının ana eyvanı bu eserlerin
sergilenmesine tahsis edilmiştir. Sergide yer alan eserler gruplandırılarak
ayrı ayrı vitrinlere yerleştirilmiş ve salonun sağından itibaren sırsız
seramiklerle başlayan düzenleme, lüster çinilerle son bulmuştur. Vitrinlerin
arkasında ise teknikleri açıklayıcı metin bulunur.
Bu çalışmada sergileme düzeni ve sergide yer alan eserler ile ilgili
genel bilgiler verilecektir.

Archaeological excavations have been carried out systematically since
2015 by the decision of the Council of Ministers in the Keykubadiye Palace,
built in Kayseri in the mid-1220s by the Anatolian Seljuk Sultan Alaeddin
Keykubat I. During the period from the beginning of the excavation
until 2020, important movable cultural assets were found. Among these,
ceramics and tiles come first. In addition, among these findings in question,
there are artifacts unearthed during the drilling work carried out in 2014.
Few of the findings are for inventory, most of them are for study or in
amorphous nature. Different techniques are used in tiles and ceramics.
While monochrome glazed, underglaze and luster techniques are seen in
tiles, unglazed-glazed, underglazed, luster, sgraffito and slip techniques
are seen in ceramics. The colors used are turquoise, cobalt blue, eggplant
purple, which we frequently encounter during the Anatolian Seljuk period.
Transparent, turquoise and opaque white are used in their glazes. Primer
application is seen in some samples whereas primer is not applied in some
samples. Geometric, herbal, figured, written and objective ornaments are
seen in the works. Polygon, star and knot motifs are dominant in geometric
ornaments. Herbal ornaments are in the form of stylized rumi, palmette,
lotus and multi-armed flowers reflecting the Anatolian Seljuk style. Written
ornaments were mostly used for decorative purposes. Figured ornamental
motifs are seen in the form of naturalistic and fantastic animal figures,
while there are very few examples of human depictions.
Within the framework of the protocol dated 21.02.2022 signed
between the Ministry of Culture and Tourism and Kayseri Metropolitan
Municipality, it was decided to exhibit the above-mentioned inventory and
study findings in the Kayseri Seljuk Civilization Museum organized and
operated by the Kayseri Metropolitan Municipality, thus the main iwan of
the section to the east of the Çifte Madrasa was allocated for the exhibition
of these works. The works in the exhibition were grouped and placed in
separate showcases and the arrangement, which started with unglazed
ceramics from the right of the hall, ended with luster tiles at the end.
In this study, general information about the exhibition layout and the
works in the exhibition is given.
In the main iwan arrangement, showcases were determined first. The
bottom of the portable metal-legged showcases, which do not give harm
to the historical structure, is wooden and the top of them is glass. In order
not to damage the floor, a wooden platform is placed under the metal
feet. LED lighting is installed in front of this platform. The showcases
are placed along the three façades of the main iwan, starting from the
right in a counterclockwise direction. In order to create contrast inside the
showcases, black fabric cover is made.
In the showcase, high pots were taken back, and small-sized artifacts
were placed in the spaces between the high pots. Brass LED lamps with
legs were used in the interior lighting of the showcase.
Information boards with photographs are hung on the wall behind the
showcases, in which the techniques of the works exhibited in the showcase
are given. The texts here are written in two languages; Turkish and English.
In the showcases arranged according to the characteristics of the work,
the work was brought to the fore by placing an eight-pointed star-shaped base
under some fragmented ceramics. Turquoise, which is frequently used in
Anatolian Seljuk tiles and ceramics, was preferred as the color in these bases.
On the north wall of the exhibition, an oil painting on canvas was
placed by the painter Hamza Gedik, inspired by the figured coin minted
by the Anatolian Seljuk Ruler Alaeddin Keykubad when he was the Melik
of Tokat.
In the middle of the iwan, there is a lightbox with a photo that gives
information about the Keykubadiye Palace in Turkish and English.
The exhibition, which was specially prepared for the Keykubadiye
Palace excavation findings in line with the understanding of modern
museology, was presented to the visitors for two years.


Kemah Kalesi Bey Camii Rekonstrüksiyonu

Hüseyin Yurttaş – Haldun Özkan – Zerrin Köşklü

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0077

Sayfalar: 1005-1026

Kemah şehri, MÖ 4000’lere kadar inen tarihiyle, Anadolu’nun önemli
yerleşim merkezlerinden biri olmuştur. Asıl kimliğini Türklerin 1071 yılında
Anadolu’yu yurt edinmeleriyle kazanan Kemah, Mengücekli Beyliğinin
bu bölgede hâkim olmasıyla başkent olmuş ve imar çalışmalarıyla Orta
Çağın önemli kentlerinden biri haline gelmiştir. 12. yüzyıldan 20. yüzyıla
kadar yerleşim yeri olarak kullanılan Kemah şehri, Evliya Çelebi’nin
seyahatnamesine de konu olmuştur. Çelebi eserinde, Kemah’ın kalesinde
11 mihrap olduğu belirtmekte, bunlardan üçünün cami olarak kullanıldığını
ve en eskisinin de Bey Camii olduğunu ifade etmektedir. 2011 yılında
Erzurum Atatürk Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü tarafından gerçekleştirilen
Kemah Kalesi kazı çalışmalarında iç kalede, mevcut ikinci kapıdan
hemen sonra kuzeydoğu yönde Evliya Çelebi’nin bahsettiği Bey Camiinin
harimin batı cephesi, minare kaidesi ve mihrap nişi ortaya çıkarılmıştır.
Yamuk duvarın ortasındaki mihrap alttan iki sıra taş sırasına sahiptir. Kazı
çalışmalarında minare kaidesinin tüm kesme taş kaplamasının sökülerek
götürüldüğü, sadece toprak seviyesinde ve toprak içinde iki-üç sıra kaplamanın
kaldığı tespit edilmiştir. Bu taşların birbirine demir kenetlerle bağlı
olduğu görülmüştür. Kaide kısmı yeniden taş kaplama ile örülürken kaidenin
batı tarafından bir pencere açıklığı kadar taş çerçeveli bir bölüm
yapılarak, içteki orijinal dolgu malzemenin görünmesi sağlanmıştır. Kazı öncesinde caminin hariminin, tamamen toprak altında olduğu belirlenmiş
yapılan kazı neticesinde cami duvarlarının sınırları belirlenmiştir. Bu haliyle
yapının ahşap direkli ve ahşap tavanlı camiler grubunda olduğu anlaşılmıştır.
2011-2012 yılında camide gerçekleştirilen kazı çalışmalarında
seramik ve alçı süsleme buluntuları Bey Caminin ilk inşasının Mengücekliler
dönemine kadar indirilebileceğini düşündürmektedir. 2014 yılında
Bey Camii’nin koruma ve restitüsyon çalışmaları yapılmış, 2021 yılında
da Bey Camii’nin ayağa kaldırma çalışmaları başlamıştır. 2022 yılında devam
eden bu çalışmalar neticesinde tespit edilen plana göre, caminin dış
duvarları tamamlanmış, minare kaidesi bitirilmiş, taşıyıcı ve üst örtülerini
tamamlama aşamasına getirilmiştir. Bölgedeki ahşap destekli camiler örnek
alınarak gerçekleştirilen restitüsyon ve restorasyon projeleri neticesinde
tamamlanacak olan cami (Kale Cami) Anadolu’nun Türkleşmesinde ve
İslamlaşmasında ilk Türk Beylikleri tarafından ortaya konulan dini yapıların
erken örneklerinden birini oluşturması açısından önemlidir.

The city of Kemah, with its history dating back to 4000 BC, has
been one of the important settlements of Anatolia. Kemah, which gained
its original identity with the Turks acquiring Anatolia in 1071, became
the capital with the dominance of the Mengücekli Principality in this
region and became one of the important cities of the Middle Ages with its
reconstruction works. The city of Kemah, which was used as a settlement
from the 12th century to the 20th century, has also been the subject of
Evliya Çelebi›s travel book. Çelebi states in his work that there are 11
mihrabs in the castle of Kemah, three of them were used as mosques and
the oldest one is the Bey mosque. During the Kemah Castle excavations
carried out by Erzurum Atatürk University Art History Department in
2011, the west side of the sanctuary, the minaret base and the mihrab niche
of the Bey Mosque, which Evliya Çelebi mentioned, were unearthed in the
northeast direction, right after the existing second door. The mihrab in the
middle of the trapezoidal wall has two rows of stones from below. During
the excavations, it was determined that the entire cut stone covering of the
minaret base was removed and only two or three rows of covering remained
at the ground level and in the soil. It was observed that these stones were
connected to each other with iron clamps. While the pedestal part was
rebuilt with stone cladding, a stone-framed section was made on the west
side of the plinth, as much as a window opening, allowing the original
filling material to be seen. Before the excavation, it was determined that
the sanctuary of the mosque was completely underground, and as a result
of the excavation, the borders of the mosque walls were determined. As
such, it was understood that the building was in the group of mosques with
wooden pillars and wooden ceilings. The ceramic and plaster ornament
finds during the excavations carried out in the mosque in 2011-2012 suggest
that the first construction of the Bey Mosque can be traced back to the
Mengüceks period. In 2014, the preservation and restitution works of the
Bey Mosque were carried out, and in 2021 the restoration works of the Bey
Mosque began. According to the plan determined as a result of these works
that continued in 2022, the outer walls of the mosque were completed, the
base of the minaret was completed, and the carrier and top covers were brought to the stage of completion. The mosque (Kale Mosque), which
will be completed as a result of the restitution and restoration projects
carried out by taking the wooden supported mosques in the region as an
example, is important in terms of forming one of the early examples of
religious structures put forward by the first Turkish Principalities in the
Turkification and Islamization of Anatolia.


Kütahya Kalesi 2020 Ve 2021 Yılı Kazıları

Sevinç Gök

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0078

Sayfalar: 1027-1058

Kütahya il merkezinde yer alan kale, şehre hâkim bir tepe üzerinde
konumlanmaktadır. Duvar inşa tekniği göz önüne alındığında kalenin bugünkü
sur ve özellikle burçlarının Bizans Dönemi’nde inşa edildiği düşünülmektedir.
Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde iskân gördüğü
bilinen Kütahya Kalesi; Yukarı Kale, İç Kale ve Aşağı Kale şeklinde
üç bölümden oluşur. Bugüne kadar düzenli bir arkeolojik kazı çalışmasının
yapılmadığı kalede, burçların güçlendirilmesine yönelik restorasyon çalışmaları
esnasında Kütahya Müzesi Müdürlüğünce çeşitli sondajlar gerçekleştirilmiştir.
2020 yılında, Kütahya Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu’nun izniyle
hazırlanan “Kütahya Kalesi Aydınlatma Projesi” kapsamında bir kurtarma
kazısı yapılmıştır. Kalede, yetmişli yıllardan itibaren çeşitli dönemlerde
izinsiz olarak inşa edilen restoran ve kafeteryanın çevresinde kanallar açılmış,
elektrik kabloları ile elektrik sağlayıcı panolar yerleştirilmiştir. Hem
kablo kanalları, hem de ışıklandırma için gerekli olan aparatlar, alana zarar
vermeden döşenmiş, ayrıca işlemler geri dönüşümü mümkün olacak
şekilde tasarlanmıştır. Çalışmalar esnasında açılan kanallar, daha önceki
müdahalelerle stratigrafisi bozulmuş alanlarda yer aldığı için, buluntular
karışık bir şekilde ele geçmiştir.
2021 yılı kazı sezonunda ise düzenli kazılara geçilmiş, Yukarı Kale’de
ZZ-21, AB-21 ve ZZ-22 karelajlarında kazı çalışmaları gerçekleştirilmiştir.
28. ve 29. Burçların iç bölümünde belirlenen 10×10’luk açmalarda seviye
inme çalışmaları gerçekleştirilmiş, tuğla, kabayonu taş düzenindeki
almaşık duvarların yanı sıra kabayonu taş duvar sistemleri tespit edilmiştir.
Duvarların Bizans ve Beylikler dönemlerinde inşa edildiği anlaşılmaktadır.
Mekânların işlevi özellikle gelecek dönemlerde yapılacak kazılarda
belirlenecek niteliktedir. Ancak, bu alanın cephanelik olduğuna ilişkin çeşitli
veriler tespit edilmiştir.
İki kazı sezonunda ortaya çıkarılan küçük buluntular arasında seramikler
ilk sırada gelmektedir. Roma, Bizans, Beylikler ve Osmanlı dönemlerine
ait sırlı ve sırsız seramik buluntular, genellikle tabak, kâse, testi, küp
ve pişirme kapları ile lülelerden oluşmaktadır. Osmanlı Dönemi’nde Konstantiniyye’de
(İstanbul) ve Mısır’da basılmış iki gümüş sikke ise önemli
buluntular arasında yer alır. Sikkeler haricinde çeşitli madeni eşyalar ile
cam buluntular ortaya çıkarılan diğer eserler olarak karşımıza çıkmaktadır.

Located in the city center of Kütahya, the citadel is situated on a
hill overlooking the city. Taking into consideration the wall construction
technique, it is thought that the present city walls and the bastions of the
citadel, in particular, have been constructed during the Byzantine Period.
Kütahya Citadel, known to have been inhabited during the Roman,
Byzantine, Seljuk and Ottoman periods, is formed by three sections as
Upper Citadel, Inner Citadel and Lower Citadel. Various drilling processes
have been carried out by the Kütahya Museum Directorate during the
restoration works with the aim of strengthening the bastions in the citadel,
where no regular archaeological excavations have been carried out until
now.
Drawn up in 2020 with the authorization of the Kütahya Cultural
Heritage Preservation Board, a recovery excavation has been performed
within the scope of the “Kütahya Castle Lighting Project”. In the castle,
canals have been opened around the restaurant and cafeteria, which have
been built unauthorizedly within various periods since the seventies, and
electrical cables and electricity supply panels have been placed. Both the
cable ducts and the apparatus required for the lighting have been laid without
inflicting any damage to the area, and the processes have been designed to
be recyclable. Since the canals opened during the works were located in
areas whose stratigraphy was disturbed by previous interventions, the finds
have been obtained irregularly.
Regular excavations have been initiated in the 2021 excavation
season, and excavations have been conducted in ZZ-21, AB-21 and ZZ-
22 grids in the Upper Citadel. Leveling works have been performed in the
10×10 trenches determined in the inner part of the 28th and 29th bastions.
Alternative walls in brick and coarse stone order as well as coarse stone
wall systems have been identified. It is acknowledged that the walls
have been built during the Byzantine and (Beylik) Principalities periods.
The function of the spaces shall be determined by means of the future
excavations. However, various data has been revealed that this area served
as an arsenal.
Ceramics are amongst the first small finds unearthed within the two
excavation seasons. Glazed and unglazed ceramic finds from the Roman,
Byzantine, (Beylik) Principalities and Ottoman periods generally consist of
plates, bowls, jugs, jars, cooking pots and bowls. Two silver coins minted
in Constantinople (Istanbul) and Egypt during the Ottoman Period are also
amongst the substantial finds recovered. Apart from coins, various metal
objects and glassware finds appear as other artifacts unearthed.


Kemaleddin Mektebi’nin Teşkilatlanışını Yarım Kalmış Bir Yapı Üzerinden İzlemek Kütahya Hastanesi Örneği

Müjde Dila Gümüş

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0079

Sayfalar: 1059-1076


Manisa – Sarıgöl İlçesi Türk Dönemi Yapı Örnekleri

Serap Erçin Koçer

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0080

Sayfalar:1077-1102

Manisa’nın ilçelerinden birisi olan Sarıgöl’ün ne zaman kurulduğu
kesin olarak bilinmemektedir. Bölgede var olan tarihi kalıntılardan ilçede
yaşamın erken dönemlerden itibaren başladığı düşünülmektedir. 16. yüzyılda
Anadolu eyaletine bağlı nahiye iken 17.yüzyılda kaza konumunda bir
yerleşim yeridir. Aydın Vilayet Salnamelerinde ilçenin, Manisa’nın diğer
bir ilçesi, Alaşehir’e bağlı olduğu belirtilmektedir. İlçenin adı kaynaklarda
1938 yılına kadar İnegöl olarak geçmektedir ve daha sonra Sarıgöl şeklinde
değiştirilmiştir. İlçede yerleşim yerlerinin neredeyse tamamı 1969
yılında yaşanılan deprem neticesinde değişmiştir. Buna istinaden yeni yapılaşmalar
söz konusu olmuştur. Bölgede Türk dönemi yapılarıyla fazla
karşılaşılmamıştır. 1969 yılında yaşanılan depremin ve kültür varlıklarına
gereken önemin verilmemesi bu durumda etkili olduğu düşünmek mümkündür.
Çalışma kapsamında birçok caminin sadece minaresinin ayakta
kaldığı görülmektedir. Bazı camilerin ise özgünlüklerini yitirmiş oldukları
gözlemlenmiştir. Sarıgöl ilçesindeki Türk dönemi yapıları ile ilgili yapılan
bilimsel çalışmalar henüz yeterli sayıda değildir. İlçeye bağlı köylerden
Sığırtmaçlı Köyü Eski Cami daha önce bilimsel açıdan değerlendirilmiştir.
Sığırtmaçlı Köyü Eski Cami 18. yüzyıla tarihlendirilmekte ve hariminde
yoğun bir şekilde kalem işi bezemeler yer almaktadır. Dikdörtgen planlı,
sekiz ahşap destekli, kemerli son cemaat yeri olan Baharlar Köyü Eski Caminde
son cemaat yerinin doğu duvarında H.1222/ M. 1806 – 1807 tarihi yazılıdır. Günümüzde kullanılmayan caminin kadınlar mahfili, harimi üç
yönden çevrelemektedir. Ahşap harim tavanının merkezinde zikzak motiflerinden
oluşan ahşap tavan göbeği vardır. Ahşap harim kapısı üzerinde
Kululu Emirlioğlu Kızıl Ali isminin yer aldığı Dindarlı Köyü Eski Caminin
beden duvarlarında ve bağdadi kubbesinde dini içerikli yazılar yer almaktadır.
İlçeye bağlı Tırazlar Köyü Camisi 1910 yılında inşa edilmiştir.
Onarım geçiren caminin son cemaat yeri daha sonra kapatılmıştır. Tek şerefeli
minaresi ise depremden sonra yapılmıştır. Harim tavanı ahşap olup
kare bir tavan göbeği bulunmaktadır. 1969 depreminden sonra bugünkü
yerine taşınan Çavuşlar Köyünün girişinde tek cepheli, tek kemerli bağımsız
çeşme grubunda değerlendirilen bir su yapısı tespit edilmiştir. Yarım
daire kesitli kemerin altındaki kitabeden çeşmenin 1844-1845 yıllarında
inşa edildiği anlaşılmaktadır. Bu bildiride akademik anlamda araştırılmayan
Baharlar Köyü Eski Cami, Dindarlı Köyü Eski Cami, Tırazlar Köyü
Cami ve Çavuşlar Köyü Çeşmesi detaylı olarak değerlendirilerek yakın
bölgedeki camiler ve çeşmeler ile benzer özellikleri ele alınarak belgelendirilmesi
amaçlanmaktadır.

It is not known exactly when Sarıgöl, one of the districts of Manisa,
was founded. It is thought that life in the district started wherefrom the
early periods from the historical remains in the region. While it was a subdistrict
of the Anatolian state in the 16th century, it was a settlement in
the location of township in the 17th century. It is stated that the district
is connected to another district of Manisa, Alaşehir in the Aydın Province
Annual. The name of the district was mentioned as İnegöl until 1938 in the
sources, and then it was changed to Sarıgöl. Almost all of the settlements
in the district have changed as a result of the earthquake in 1969. Based
on this, new constructions have emerged. Turkish period structures have
not been encountered much in the region. It is possible to think that
the earthquake in 1969 and the lack of attention to cultural assets were
effective in this situation. With the extent of the study, it is seen that only
the minarets of many mosques remain standing. It has been observed that
some mosques have lost their originality. The number of the scientific
studies on Turkish period structures in Sarıgöl district are not sufficient
yet. Sığırtmaçlı Village Old Mosque, one of the villages of the district,
has been scientifically evaluated before. Sığırtmaçlı Village Old Mosque
is dated to the 18th century and there are intense hand-drawn decorations
in its harim. The date H.1222/ M. 1806-1807 is written on the east wall of
the narthex in the Baharlar Village Old Mosque, which has a rectangular
plan, eight wooden supports and arched narthex. The women’s gatheringplace
of the mosque, which is not used today, surrounds the sanctuary from
three directions. In the center of the wooden sanctuary ceiling is a wooden
ceiling core consisting of zigzag motifs. There are religious inscriptions
on the body walls and the Dindarlı Viilage Old Mosque, on which the
name Kululu Emirlioğlu Kızıl Ali is located on the wooden harim door.
The Tırazlar Village Mosque of the district was built in 1910. The last
congregation place of the mosque, which was repaired, was later closed.
The minaret with a single balcony was built after the earthquake. The
ceiling of the santuary is wooden and there is a square ceiling core. At the
entrance of Çavuşlar Village, which was moved to its present location after the 1969 earthquake, a single-sided, single-arched group was identified.
It is understood from the inscrition under the semicircular arch that the
fountain was built between 1844-1845. In this study, it is aimed to evaluate
the Baharlar Village Old Mosque, Dindarlı Village Old Mosque, Tırazlar
Village Mosque and Çavuşlar Village fountain, which have not been
studied academically, in detail, and to document their similar features with
the mosques and fountains in the nearby region.


Fethiye Kalesi 2021 Yılı Kazıları

Kadir Pektaş

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0081

Sayfalar: 1103-1131

Fethiye Kalesi Kurtarma Kazısı 2021 yılı çalışmaları kapsamında duvar
belirginleştirme çalışmaları, kazı ve sondaj faaliyetleri gerçekleştirilmiştir.
Güneyde Kayaköy’e kadar uzanan derin bir vadi, kuzeyinde ise denize
hakim bir ova ile sınırlanan Fethiye Kalesi, doğu-batı doğrultusunda,
çift sur sistemine sahip bir savunma yapısıdır. Kale yaklaşık olarak 220
m uzunluğunda ve 150 m genişliğinde bir alana yayılmış olup en yüksek
noktası deniz seviyesinden yaklaşık 120-130 metredir.
Kalede farklı tarihsel dönemlere ait mimari anlayış söz konusudur.
Kalede günümüze ulaşan iki kapı, kayaya oyma birimler erken özellikler
taşırken, üst kale ve alt surlardaki burçlar Orta Çağ yapısıdır. Hammer’in
1800 yılında Fethiye’yi (Makri – Meğri) ziyaretine ait gravür, kale hakkında
fikir veren en eski görseldir. Bu gravürde kalenin surları ve anıtsal
kapısı açık bir biçimde görülmektedir.
Fethiye Kalesi’nde yapılan araştırmalar sırasında 1 ve 5 nolu burçlar
ile 5 nolu sarnıçta Grekçe dört kitabe tespit edilmiştir. 1 No’lu Burç’un
güney cephesinde yer alan 40 x 21 cm ölçülerindeki kitabe, harç üstüne
kazıma tekniğiyle yazılmıştır.
Fethiye Kalesi Kazısı, 2021 yılı ağustos ayında temizlik çalışmaları
ile başlatılmıştır. Bu doğrultuda kalenin bulunduğu arkeolojik sit alanında
daha önce herhangi bir çalışma yapılmamış olması, kalenin topografyası
ve alandaki yoğun bitki örtüsü bu çalışmayı mecburi hale getirmiştir. Temizlik
çalışmaları kalenin bulunduğu alan ile sınırlı kalmayıp, alt surlar ve
iç kalede yer alan nitelikli mekânların içerisinde ve çevresinde yapılmıştır. Ayrıca arkeolojik sit alanının batı kısmında yer alan moloz yığınları da
temizlenmiştir.
Kazı öncesi kalenin haritası çıkartılmış ve mevcut harita üzerinde alan
10 m genişliğinde karelere ayrılmıştır. Kazı programı çerçevesinde Üst
Kale ve Alt Surlar’da belirlenen mekânlarda yüzey temizliği, duvar belirginleştirme,
kazı ve sondaj çalışmaları yürütülmüştür. Çalışma yapılan
alanların kolay anlaşılabilmesi için mekânlara numaralar verilmiştir.
Fethiye Kalesi’nde çalışma yapılan sarnıçların dikdörtgen planlı, beşik
tonozla kapatılan, içleri sıvalı olduğu görüldü. Genellikle kaba yonu taş
malzemeyle inşa edilen duvarlar farklı kalınlıklara sahiptir. Bunlardan ayrı
olarak temel seviyesinde veya biraz daha yüksek duvarlarla ortaya çıkarılan
mekânların üst örtüsüne işaret eden herhangi bir ipucu tespit edilmemiştir.
İşlevleri kısmen tahmin edilebilen mekânların sayısının önümüzdeki
yıllardaki kazılarda artacağı düşünülmektedir.
Kazılar sırasında ortaya çıkarılan buluntulardan seramiklerin çoğunluğu
küçük parçalar şeklinde ele geçmiştir. Sırlı seramikler içinde Milet
işi örnekler ile yeşil sırlı tek renk örnekler yaygındır. Kazılarda ele geçen
sikkeler Helenistik, Roma, Beylikler ve erken Osmanlı dönemlerine aittir.
Henüz tamamı temizlenemediği için tümüne ilişkin bilgi veremediğimiz
sikkelerden Osmanlı devrine ait olanlar Yıldırım Bayezid, II . Murad ve Fatih’indir.
Buluntular arasında önemli bir grubu ok uçları oluşturmaktadır.
Ok uçlarının çoğunluğu, gövdesi koni şeklinde olanlardır. Bunun yanında
mühür, kolye, gibi örneklerin yanı sıra gülleler, mühürlü tuğlalar ilginç
buluntular arasındadır.

During the Fethiye Castle Rescue Excavation 2021 works, the works
of precisification the walls, excavation and drilling activities were carried
out.
Fethiye Castle, which is bordered by a deep valley extending to
Kayaköy in the south and the sea in the north, is a defensive structure with
a double wall system in the east-west direction. The castle is spread over
an area approximately 220 m long and 150 m wide. The highest point of
the castle is about 120-130 meters above sea level.
There are architectural works belonging to different historical periods
in the castle. The two gates that have survived to the present day in the
castle have early period characteristics. However, the bastions on the
upper castle and the lower walls are of the Middle Ages. The engraving of
Hammer’s visit to Fethiye (Makri – Meğri) in 1800 is the oldest image that
gives an idea about the castle. The walls and monumental gate of the castle
are clearly seen in this engraving.
During the researches carried out in Fethiye Castle, four inscriptions in
Greek were found in the bastions 1 and 5, as well as in the cistern number
5. The inscription, measuring 40 x 21 cm, located on the south front of
Bastion Number 1, was written with the scraping technique.
Fethiye Castle Excavation was started with cleaning works in August
2021. No work had been done before in the archaeological site where the
castle is located. For this reason, it has been studied on the dense vegetation
in the area. Cleaning works were not limited to the area where the castle is
located. Studies were also carried out in and around the lower walls and the
spaces in the inner castle. In addition, the rubble piles in the western part of
the archaeological site were also cleared.
Before the excavation, the map of the castle was drawn and the area on
the map was divided into 10 m wide squares. In line direction of the plan,
surface cleaning, wall precisification, excavation and sounding works
were carried out on the Upper Castle and Lower Walls.Also the area are
numbered so that the study areas can be easily understood. It has been seen that the cisterns in Fethiye Castle are rectangular
in plan, barrel vaulted and plastered inside. The walls, which are usually
built with stone material, have different thicknesses. Apart from these, no
top cover was found at the basic level or in spaces with slightly higher
walls. The number of spaces whose functions can be partially predicted is
expected to increase in the coming years
Most of the ceramics unearthed in the excavations are in the form
of small pieces. Among the glazed ceramics, Miletus works and green
glazed samples are common. The coins found in the excavations belong to
the Hellenistic, Roman, Principalities and early Ottoman periods. Not all
of the coins belonging to the Ottoman period were cleaned. Some of the
cleaned samples belong to the period of Yıldırım Bayezid, Murad II and
Fatih. An important group among the finds is arrowheads. The majority of
arrowheads are cone-shaped. In addition, seals, necklaces, cannonballs and
sealed bricks are among the interesting finds.


Eski Antakya Konaklarında Taşa İşlenen Sevgi Kuş Fanusu Takası

Zülfiye Baytar

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0082

Sayfalar:

Türk-Arap kültürünün yoğun olduğu Eski Antakya bölgesindeki evler,
Anadolu’daki ‘’sofalı ev’’ plan şeması açısından farklılık gösterir. Daha
çok Kuzey Suriye tipi dediğimiz geniş avlulu ev plan tipini yansıtmaktadır.
Antakya evleri, dar sokalar üzerine inşa edilmiş yüksek ve kalın beden
duvarları arkasında, içe dönük rahat bir ev yaşamı sunmaktadır. Narenciye
ağaçlarının serinletici etkisi altında geniş bir avlunun yer aldığı konutlar
olarak dikkat çekmektedir. Genelde yaptıranın sosyo-ekonomik durumuna
göre inşa edilen konutlar, süsleme çeşitliliği açısından da dikkat çekmektedir.
İçeride, boyalı-nakışlı ahşap işçilikli dolapları, kapı, pencere ve tavan
süslemeleri yer alırken bunu avluya bakan dış cephelerde, taş teyzinatlı
farklı motif ve kompozisyonda süslenmiş, kuş takaları ve sebil takaları ile
dikkat çekmektedir. Antakya geleneksel konut mimarisinde, taş bezeme
önemli yer tutmaktadır. Araştırma kapsamında 18.yüzyıl sonu ve 19.yüzyılda
inşa edilen bazı konakların dış cephelerini hareketlendiren sebil takaları
ve kuş takaları veya kuş fanusu olarak adlandırılan aydınlık pencerelerinin,
bezeme programları açısından irdelenilecektir. Avlunun dış cephesini
süsleyen bu takaları, alçak rölyef kabartma ve şebekeli oyma tekniğinde
yapılmış olup, Barok tarzı s-c kıvrımlı kemer çeşitleri ve natüralist üslupta
vazo, kırık dal, yaprak, lale, papatya gibi motiflerin yanı sıra farklı tezyinatta;
bal peteği, ışınsal yıldız, baklava, rozet gibi geometrik bezemeleri
ile oldukça etkileyici bir cephe tasarımına sahiptirler. Hem geleneksel hem
de Batı tarzında ele alınmış bu süslemelerin; motiflerin kaynağı, çeşitliliği,
dönemsel benzerlikleri ve farklılıkları açısından bazı değerlendirmeler
yapılmaya çalışılacaktır.

The houses in the Old Antakya region, where Turkish-Arabic culture is
intense, differ in terms of the “house with sofa” plan scheme in Anatolia. It
mostly reflects the plan type of house with a large courtyard, which we call
the Northern Syria type. Antakya houses offer a comfortable introverted
home life behind high and thick body walls built on narrow streets. It
attracts attention as residences with a large courtyard under the cooling
effect of citrus trees. The houses, which are generally built according to the
socio-economic status of the builder, draw attention in terms of decoration
diversity. Inside, there are cabinets with painted and embroidered
wooden workmanship, door, window and ceiling decorations and while
on the exterior facades facing the courtyard, it attracts attention with bird
lanterns (tags) and fountain lanterns decorated with stone ornaments in
different motifs and styles. Stone decoration has an important place in the
traditional house architecture of Antakya. Within the scope of the research,
the fountain lanterns that animate the exteriors of some mansions built
in the late 18th and 19th centuries and the luminous windows called bird
lantern or bird tag / exchange will be examined in terms of decoration
programs. . These lanterns, which adorn the exterior of the courtyard, are
made in stone relief and grid carving technique. In addition to Baroque
style S-C curved arch types and naturalist motifs such as vases, broken
branches, leaves, tulips, daisies, in different decorations, they have a very
impressive facade design with geometric decorations such as honeycomb,
raystar, lozenge and rosette. These ornaments, which are handled in both
traditional and Western styles; some evaluations will be made in terms of
the source, diversity, periodic similarities and differences of the motifs.


Silifke Kalesi 2020-2021 Yılı Kazı Çalışmaları

Ali Boran

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0083

Sayfalar: 1157-1198

Silifke Kalesi 2020-2021 yılı kazı çalışmaları; belgeleme, temizlik,
arkeolojik kazı ve geçici koruma aşamaları olmak üzere dört aşama halinde
yapılmıştır.
2020 yılı; 5 adet sarnıç, B-4 Mekânı ile çevresindeki mekanlar, A-8
Mekânı Kuzeyi, A-6 Burcu iç, doğu ve batısı, B-3, A-4 ve A-5 Mekânları
içeresi ile çevresindeki mekanlar, B-2 Şapel çevresindeki mekanlar ve
A-21 I. Yol çevresindeki mekanlar olmak üzere ortalama 1100m2’lik alanda
39 açmada çalışma yapılmıştır. 2021 yılı; A-21 I.Yol Güneyi B Koridoruna
paralel birbirine komşu mekânlarda, A-20 Burcu önündeki mekânlarda,
A-16 Kuzeyindeki mekânlarda, B-7 bölümü çevresindeki mekânlar
olmak üzere ortalama 1350m2’lik alanda 28 açmada çalışma yapılmıştır.
Kazılar sonucu ortaya çıkarılan duvarlar güçlendirilmiş ve geçici koruma
çalışmaları yapılmıştır.
2020 yılı sonunda ortaya çıkarılan 14.109 eser ile 2021 yılı ortaya
çıkarılan 5632 eser tasnif ve depo çalışmaları yapılmıştır. 2020 yılı Etütlük
213 eser, Envanterlik 15 eser ile 2021 yılı Etütlük 81 eser müzeye teslim
edilmiştir. Kazı alanlarının ile buluntuları fotoğraflama, belgeme ve çizim
işlemleri tamamlanmıştır.
Restorasyon çalışmaları; A-19 Mekânı güneyi, A-11, A-13/A-15 arası
ve A-17 No.lu burçların iç dış ve bu burçları birbirine bağlayan sur duvarlarının
iç bölümünde, A-20 Burcu, B-10 bölümü ile B1 girişi arasında yer
alan dış sur duvarları restore edilmiştir. Ayrıca çevre düzenleme projesi
kapsamında kalenin dışında yer alan yürüyüş yolu yapılıp bitirilmiştir.

Silifke Castle 2020-2021 excavations; documentation, cleaning, archaeological
excavation and temporary protection phases were made in
four parts.
In 2020, the work including 5 cisterns, B-4 and the surrounding spaces,
A-8 Space North, A-6 Sign interior, east and west, B-3, A-4 and A-5
Spaces and surrounding areas, the areas around the B2 chapel and the areas
around the A-21 I. road was carried out in 39 trenches in an average area
of 1100m2. In 2021, the work was carried out in 28 trenches on an average
area of 1350 m2, in the spaces adjacent to each other parallel to the
A-21 I.Road South B Corridor, in the spaces in front of the A-20 Sign, in
the spaces in the North of A-16, and in the spaces around the B-7 section.
The walls unearthed as a result of the excavations were strengthened and
temporary protection works were carried out.
Classification and storage studies were carried out for 14.109 works
unearthed at the end of 2020 and 5632 works unearthed in 2021. 213 works
of study in 2020, 15 works in Inventory and 81 works of study in 2021
were delivered to the museum. Photographing, documenting and drawing
the excavation sites and finds have been completed.
Restoration works; South of Room A-19, interior and exterior parts of
the bastions A-11, A-13/A-15 and A-17 and the inner part of the fortification
walls connecting these bastions, A-20 Bastion, The outer fortifications
between B-10 section and the B-1 entrance have been restored. In addition,
the walking path outside the castle was built and finished within the scope
of the landscaping project.


“Oryantalizm” ve “Turquerie Türk Modası” nı Yeniden Okumak Avrupa’yı Saran Hayranlığın Görünmeyen Öteki Yüzü

Derya Uzun Aydın

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0084

Sayfalar: 1199-1228

Avrupa ya da batı toplumlarının Kuzey Afrika kıyılarından Orta Asya’ya
ve tüm Osmanlı topraklarına kadar uzanan ve buraların kültüründen
tarihine kadar farklı alanlarını inceleyen ve kendine özgü bir üslup
ve metodolojiyle uyarlayan Oryantalizm üslubu ile bir dönem Avrupa’yı
özellikle sanat alanında etkileyen Türk Modası diğer tabirle Turquerie, birbirine
benzeyen, kimi yerde girift bir biçim almış iki üslup ya da anlayıştır.
Aradaki nüans şudur ki; Oryantalizm, bahsi geçtiği üzere doğuya yönelik
belli başlı toplumları incelerken, Turquerie ise adından da anlaşılacağı
üzere sadece Türklere özgü etkiler ve motifler taşıyan bir üsluptur. Ancak,
Oryantalizmin de genel anlamda üslubu ve temasının temel öğelerini Osmanlılar
veya Türkler oluşturduğu için iki üslup da birbirine yakın hatta alt
grup oluşturmuş gibi algılanmaktadır.
Bu çalışmaya başlangıçta, sanat dalları üzerinde oryantalist etkiler ve
Türk modasını incelemek üzere başlanmış, ancak yapılan geniş yelpazedeki
inceleme ve araştırmalar, çalışmanın orijinin farklı bir kurgusal düzleme
yönelmesini kaçınılmaz kılmıştır. Bu bağlamda, her iki üslupta, Osmanlı
ve Türk etkilerinin Avrupa’da nasıl bir etki yarattığı ve eser örnekleri ön
plana alınmayı beklerken, batı algısının, doğu imajı karşısındaki önyargılarına
sıklıkla rastlanılması çalışma alanının resimden, felsefeye, edebiyattan
operaya kadar farklı bakış açılarıyla ele alınması gerekliliğini oluşturmuştur.
Çalışmanın kurgusu ve metodolojisi bu neden sonuç ilişkilerinin
benzer ve farklı yönlerinin paradoksal bir düzlem içerisinde değerlendirilmesi
üzerine şekillenmiştir.
Araştırılan ve incelenen kaynaklarda, ağırlıkla doğuyu hiçleştiren ve
barbar, cahil bulan bir Avrupa ile karşılaşılmıştır. Bunun üzerine “Avrupa’yı
saran hayranlık” olarak düşünülen Türk etkileri, arkasında yatan gerçek
anlamları ile izlenmeye karar verilmiştir. Bahsi geçtiği gibi, yazın türünden
resme ve izlenim sanatlarına kadar “Türkler veya Osmanlılar” hatta
“Müslümanlar” da dâhil olmak üzere, sanat dallarında doğulu olan bizler
için neler yazıldığı ya da çizildiği gerçek yüzüyle ortaya konulmaya çalışılmıştır.
Bir sanat tarihçisi gözüyle bakıldığında, derslerde gösterilen ve
aktarılan oryantalist eserler buzdağının öteki yüzüyle bir kez daha değerlendirilmiş,
bugün dahi bitmeyen Türk veya İslam düşmanlığının izleri sanat
dünyası gözüyle de ele alınarak çalışmanın ana temasını oluşturmuştur.

Turkish Fashion Movement, in other words Turquerie, examining
distant divisons of Western Societies from the North African Coasts to
Central Asia along with all the Ottoman lands from their culture to history,
adapting them in a unique style and methodology with its orientalist
approach, once influecing Europe especially in the field of art, is a style
or recognition that coincides with each other and occasionally takes an
intricate form. The distinction is that while Orientalism, as mentioned
earlier, examines the main societies oriented to the East, Turquerie, as its
name suggests, is a style meaning merely Turkish out comes and concepts.
Nonetheless, since the Ottomans or Turks principally constitute the
essential elements and theme of Orientalism both styles are perceived as
similar to one another, indeed as subgroups.
Initially, this research was intended to examine the orientalist in
fluences on the branches of art and Turkish fashion, Nonetheless; the wide
range of studies and researches made it inevitable that the origin of the
study could be directed to a further aspect. In this respect; The necessity of
creating various perspectives from literature to philosophy and profound
analyses on how Ottoman and Turkish Oriental Fashion Movements,
despite being expected to be propounded, as a result of frequent prejudices
occuring against the eastern societies’ image has risen. The scope and
methodology of the study has been shaped on the evaluation of similar and
different aspects of these cause-effect links in a paradoxical structure.
In the researched sources, Another side of Europe that mostly ignores
the East and finds it barbarican dignorant has been come upon. There upon,
it has been decided to follow the Turkish influences, which have been
considered as “the admiration that surrounded Europe”, with the absolute
content behind it. As mentioned, it has been tried to reveal what was written
or drawn for the oriental people in the fields of art, including “Turks or
Ottomans” and even “Muslims”, from literature to painting and impression
arts.From the perspective of an art historian, the orientalist Works shown and conveyed in the studies were once again evaluated with the otherside
of the iceberg, and the traces of the unending anti-Turk or Islam ophobia
were also considered from the perspective of the art world, and became the
main theme of there search.
One of the most important names mostly applied by researchers
who conduct research on orientalism Edward W. Said and his work,
which was mostly criticized, came from his book ”Orientalism-Oriental
Understandings of the West”. Defining Orientalism as studies about the
“Orient” and representing this definition as “the political imagination
of reality” in his work, Said enriched his book with quotations of many
important people whose names are frequently encountered in the literature.
His contributions to the language have sometimes been criticized for
allegedly being pro-eastern, and on the other hand, he was gone after by
many Turkish researchers to catch his wrongs . He, on the other hand, like
most foreigners, defined Europeans as “us” and Orientals as “others.”
So what did Turquerie generally mean? Is it a fear caused by Fatih
Sultan Mehmet or Kanuni Sultan Süleyman, the great sultans of the time?
Or is it a fear from the ”barbarian Turks”, as they have been called since
the Central Asian Turks? Or is it the Islamic-Christian conflict that has
been going on since the day the Christian world lost Istanbul, that is,
Byzantium? Is the greatness of Christianity, that is, “one / the important
one”, and Islam, that is, “the other / other’’? Is marginalization not valuing
what is not of us? Are they still ongoing religious conflicts of interest in
today’s world? Or to follow the fashion of its time, as is followed even
today, whether it suits or not just for the sake of fashion? Or maybe, it is the
desire to see as an ongoing reflection of “fetegalante” entertainment which
is close to them and the desire to continue doing that?Or, above all, is this
not admiration, but a metamorphosed face of a “hatred”?
Here this study is formed to find answers to those questions by
analyzing the sociocultural dynamics of the period which it is lived
in.For this reason, examples and quotations from many branches of art
from literary works to literature or painting, from theater to music were
mentioned, and efforts were made to shape the work on a richer basis by
conducting a wide range of research.


Kazı/Konservasyon Öncesi ve Sonrasında Namrun (Lampron) Kalesi Hamamı

Hasan Buyruk

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0085

Sayfalar: 1229-1254

Namrun (Lampron) Kalesi Akdeniz’de Mersin ili, Çamlıyayla ilçesi
sınırları içerisinde 37,09 enlem ve 34,39 boylam da yer almaktadır. İnşa
tarihi kesin olarak bilinmeyen kale, Orta Çağ’da Bizans ve Ermenilere ev
sahipliği yapmıştır. Kilikya Ermenilerinden Hetumlular sülalesinin yönetim
merkezi olan kale, Bolkar Dağı’nın güney ucunda çıkıntı şeklinde oluşan
kalker bir kayalık üzerine inşa edilmiştir. Namrun, üç yayla vadisinin
kesiştiği bir yerde, görüş alanı ve savunma yönüyle oldukça stratejik ve
elverişli bir konumdadır. Namrun Kalesi, kurulu bulunduğu tepenin şeklini
alacak şekilde tasarlanmış ve etrafı surlarla çevrilerek tahkim edilmiştir.
Kuzey güney yönde uzanan kale, kuzey uç tarafa doğru daralmakta ve diğer
taraflar gibi bir uçurumla sonlanmaktadır. Sur duvarları içerisinde farklı
kotlarda olmak üzere birçok mekânın varlığı dikkat çekmektedir. Kuzey
uç taraftaki yapılar hariç diğer taraflar ve surların büyük bölümü yıkılmış
haldedir. Hamam, Namrun Kalesinin güney batı eteğinde, sur dışında, C
kapısına giden merdivenin başında yer almaktadır. Hamam, doğu batı yönünde
3 mekân (soğukluk-ılıklık-sıcaklık) ve bu mekanların kuzey bitişiğinde
2 mekân (su deposu-külhan) olmak üzere 5 mekândan oluşmaktadır.
2017 yılında hazırlanan rölöve- restitüsyon- konservasyon çalışmaları
sırasında doğal nedenler ve kaçak kazılar sonucu yapısal bozulmalardan
dolayı kalenin sur duvarları ve giriş kapılarının büyük bir bölümü yıkılmış,
özgünlüğünü kaybetmiştir. Bu dönemde kalede yalnızca kuzey uçtaki
yönetim binaları ayakta durmaktaydı. Sur duvarlarının dışında bir su kaynağının
yanında bulunan hamam yapısı ise kısmen toprak altında bulunduğundan
zor tanımlanabilmekteydi. Bu çalışmada kalenin genel yapısı
ve hamamın onarım öncesi durumu ve sonrasında elde edilen veriler ve
uygulamalar üzerinde durularak tanımlamalar yapılacaktır.

Namrun (Lampron) Castle is located in the Mediterranean region,
within the borders of the Mersin province, Çamlıyayla district, at latitude
37.09 and longitude 34.39. The castle, whose exact construction date
is unknown, hosted Byzantine and Armenians in the Middle Ages. The
castle, which is the administrative center of the Hetumlular family, one
of the Cilician Armenians, was built on a limestone rock formed in the
form of a protrusion at the south-end of Bolkar Mountain. Namrun is
located at the intersection of three plateau valleys, in a very strategic and
convenient location in terms of vision and defense. Namrun Castle was
designed to take the shape of the hill on which it was founded and was
fortified by surrounding it with fortification walls. Extending in the northsouth
direction, the castle narrows towards the north end and ends with a
cliff like the other sides. The presence of many spaces, at different grades,
within the fortification walls draws attention. Except for the structures
on the north end, the other sides and the large part of the walls are in
ruins. The bathhouse is located on the south-west boom of Namrun Castle,
outside the fortification walls, at the helm of the staircase leading to the
C gate. The bath consists of 5 rooms: 3 rooms in the east-west direction
(coldness-warmness-heat) and 2 rooms (cistern-furnace) adjacent to the
north of these rooms.
During the building survey – restitution – conservation works prepared
in 2017, as a result of illicit excavations and natural reasons, most of
the fortification walls and entrance gates were destroyed and structural
deterioration occurred, lost its originality. During this period, only the
administrative buildings at the north end remained standing in the castle.
The bath structure, located next to a water source outside the fortification
walls, could hardly be identified as it was partially underground. In this
study, of the castle, general structure, the state of the bath before the
conservation and the data and applications obtained after it.


Avrupa Menşeli İskambil Kartlarındaki Türk Tasvir Örnekleri

Mert Şahin

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0086

Sayfalar: 1255-1280

Oyun, herhangi bir türe ait yavrunun annesi dışındaki bir başka canlı
ile kurduğu ilk iletişim aracıdır. Oyunlar başlangıçta birebir münasebet ile
gerçekleşirken daha sonraki süreçte oyuna çeşitli araçlar dahil olmuştur.
İskambil kartları da bu araçlardan biridir. İskambil kartlarının Çin’ de ortaya
çıkması ve Avrupa’ya olan serüveni sırasında, Çin’ de çıktığı halinden
biraz değişim göstermiş ve antik satrancın oyuna dahil olmasıyla günümüzdeki
deste oluşmuştur. İskambil oyunları, rastlantı unsuru tamamen
dışlanmadığından, masa oyunlarından farklıdır. İskambil oyunları şans
oyununa yaklaştıkları ölçüde, temayül olarak zar oyunları türüne yaklaşmaktadır.
İlk etapta kulüp ve halka açık müsabaka halinde oynanmaya pek
imkân vermemiş, entelektüel bir faaliyet olarak kalmıştır. Buna karşın, düşünme
gerektiren iskambil oyunları gelişmeye başlamıştır. Oyuncuların bu
gelişmeyi takip edebilmesi için çeşitli yayınlar yapılmıştır.
Bu çalışmada, Çin’de ortaya çıkan kartların Avrupa’ya olan yolculuğu
ve yolculuk sırasındaki gösterdiği değişimlere değinilmiştir. XV. – XIX.
yüzyıllar arasında PW monogramlı usta, Peter Flötner, Jost Amman, Hall
& Banks ve Ludlow and Company ve De Marchi gibi çeşitli sanatçıların
Avrupa’nın muhtelif kentlerinde basılmış olan kartlar konunun esas çerçevesini
oluşturmuştur. Yukarıda zikredilen sanatçıların oluşturdukları kartlardaki
tasvirler sanat tarihi disiplini açısından değerlendirilmiştir. Ayrıca
kompozisyon portreleri kökeni ve etkilendiği önceki çalışmalar, şahsiyetlerin
giyim kuşam özellikleri ve giyim kuşamdaki problemlerin sebeplerine
dair açıklamalar yapılmıştır. İskambil kartlarındaki Türk tasvirlerinin Avrupa’daki
Türk imgesine olan katkısı hakkında bilgiler ihtiva etmektedir.

The game is the first means of communication that a baby belonging
to any species establishes with another living being other than its mother.
While the games initially took place with a one-on-one communication,
various tools were included in the game in the later process. Playing cards
are one of these tools. During the emergence of playing cards in China and
their adventure to Europe, it has changed a little from the way it emerged in
China and the modern deck has been formed with the inclusion of ancient
chess in the game. Card games differ from board games in that the element
of coincidence is not completely excluded. To the extent that card games
approach the game of chance, they approach the genre of dice games as
a tendency. In the first place, it did not give much opportunity to play as
a club and public competition, and it remained an intellectual activity. In
contrast, card games that require thinking have begun to develop. Various
publications have been made so that players can follow this development.
In this study, the journey of the cards that appeared in China to Europe
and the changes they showed during the journey were discussed. Between
the 15th and 19th centuries, the cards printed in various cities of Europe
by various artists such as PW monogrammed master, Peter Flötner, Jost
Amman, Hall & Banks and Ludlow and Company and De Marchi have
formed the main framework of the subject. The depictions on the cards
created by the artists mentioned above have been evaluated in terms of
the discipline of art history. In addition, explanations have been given
about the origin of the compositional portraits and the previous studies that
influenced them, the clothing characteristics of the personalities and the
causes of the problems in the clothing. It includes information about the
contribution of Turkish depictions on playing cards to the Turkish image
in Europe.


Bir Kültür Hizmeti Sivas Gök Medrese Vakıf Müzesi

Suzan Bayraktaroğlu

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0087

Sayfalar: 1281-1298

Uzun yıllar restorasyonu süren Sivas Gök Medrese’nin, restorasyonunun
tamamlanmasından sonra müze olarak değerlendirilmesine karar
verilmiştir. Vakıflar Genel Müdürlüğünce yürütülen restorasyon ve teşhir
tanzim çalışmalarının ardından müzenin kuruluşu tamamlanarak 2021 yılında
hizmet vermeye başlamıştır.
Gök Medrese; genel olarak kesme taştan inşa edilmiş, açık avlulu,
iki katlı, dört eyvanlı plan şemasına sahiptir. Alt katta; 4 eyvan, 1
mescid, 1 derslik, 1 kütüphane, 1 temsili türbe, 13 oda, ıslak alan ve avlu
bulunmaktadır.
Gök Medrese, Türk mimarisinin ve süsleme sanatının birlikte görülebildiği
en önemli yapılardan biridir ve doğal bir sergileme zenginliğine
sahiptir. Bu nedenle Sivas Gök Medrese Vakıf Müzesi, yapının 1271 yılından
günümüze taşıdığı estetik değerini koruyacak ve önüne geçmeyecek
şekilde tasarlanmıştır.
Müzede konu akışı; İslam Medeniyetinde Eğitim, Anadolu’da Medrese
ve Vakıf Kültürü, Anadolu’da İlk Medreseler, Gök Medrese’nin Sanatsal
Değeri ve Şehir Planlamasında Etkisi, Gök Medrese’de Eğitim, Gök
Medrese Çalışanları, Gök Medrese’de Günlük Yaşam, Gezgin Anlatımları
ile Gök Medrese, Sivas’ta Anadolu Selçuklu Eserleri, Dönemin Sivas
Âlimleri, Sivas Halısı ve Kilimi ve Gök Medrese Banisi ve Mimarı,
şeklindedir. Bu konular mekânsal birimlere göre yerleştirilmiş, koleksiyon
tasnifine göre de vitrin alanları oluşturulmuştur.
Mimari tasarım kapsamında; vitrin çözümleri, canlandırma, teknolojik
ürün tasarımı, görsel ve kurumsal kimlik tasarımları yapılmıştır. Mimari
tasarımda gerçekleştirilen tüm proje fikirlerinde ortak çıkış noktası,
yapıya sıfır müdahale olmuştur. Böylelikle zorunlu şartların dışında ‘temassız
müze sergileme’ mantığı geliştirilmiştir.
Halı ve kilim gibi koleksiyonun yoğun olduğu bölümlerde yerleşimi
yapılamayan ürünler için Dokunmatik Masa; Sivas’ta bulunan vakıf eserlerin
tanıtımı için Video Wall ve Video Mapping; bilgi ve görselin aktarımı
için Dijital Gezi Gözlüğü gibi teknolojik ürünler tasarlanmıştır.
Sivas Gök Medrese; Selçukludan Osmanlı’ya uzanan medrese ve vakıf
kültürünün yeni tanıtım elçisi olarak hizmet vermektedir.

After the restoration of Sivas Gök Madrasa, which had been under
restoration for many years, it was decided to be evaluated as a museum.
After the restoration and exhibition arrangements carried out by the
General Directorate of Foundations, the establishment of the museum was
completed and started to serve in 2021.
Gök Madrasa; generally built of cut stone, ıt has plan scheme twostorey,
four-iwan with an open courtyard. At down floor; there are 4 iwans,
1 mascid, 1 classroom, 1 library, 1 representative tomb, 13 rooms, wet area
and courtyard.
Gök Madrasa is one of the most important structures where Turkish
architecture and decorative arts can be seen together and has a natural
display richness. For this reason, the Sivas Gök Madrasa Foundation
Museum has been designed in such a way that it will preserve the aesthetic
value of the building from 1271 to the present and not prevent it.
Subjects in the museum; Education in Islamic Civilization, Madrasa
and Foundation Culture in Anatolia, First Madrasahs in Anatolia, Artistic
Value of Gök Madrasa and Its Effect on Urban Planning, Education at
Gök Madrasa, Employees of Gök Madrasah, Daily Life in Gök Madrasah,
Gök Madrasa with traveler narrations , Anatolian Seljuk Artifacts in Sivas,
Sivas Scholars of the Period, Sivas Carpets and Rugs, and Gök Madrasa
Patron and Architect. These subjects were placed according to the rooms,
and showcase areas were created according to the collection classification.
Within of architectural design; showcase solutions, animation,
technological product design, visual and corporate identity designs
were made. The common starting point in all project ideas realized in
architectural design has been zero intervention in the building. Thus, the
logic of ‘contactless museum exhibition’ has been developed, apart from
the obligatory conditions.
Touch Table for products that cannot be placed in areas where
the collection is concentrated, such as carpets and rugs; Video Wall and VideoMapping for the introducing of foundation works in Sivas;
Technological products such as Digital Travel Glasses are designed for the
transfer of information and visuals.
Sivas Gök Madrasa; It serves as the new introducing ambassador of the
madrasah and foundation culture from the Seljuk to the Ottoman Empire.


Muğla-Fethiye Arkeoloji Müzesi Bizans El Sanatı Maden Eserleri Bronz Haç Örneklerinden Pandantif Haçlar

Semra Palaz Yıldırım

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0088

Sayfalar: 1299-1344


Bitlis Şehir Surları Üzerine Bir Değerlendirme

Muhammet Erşed Tokat

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0089

Sayfalar: 1345-1370

Anadolu’nun önemli Orta Çağ kentlerinden biri olma özelliği taşıyan
Bitlis’in şehir surlarıyla ilgili herhangi bir yayın veya çalışma bulunmamaktadır.
Kentte bulunan anıtsal mimari örneklerinden cami, mescit, medrese,
türbe, konut, çeşme gibi yapılar yayınlara konu edilmiş; iç kalede
kazı çalışmaları yapılmış ancak şehir surlarıyla ilgili bir çalışma ortaya
konmamıştır. Bunun en önemli sebebinin artan nüfusun kentlerde oluşturduğu
düzensiz yapılaşma ve teknolojiyle birlikte değişen mimarlık anlayışının
tarihi dokuyu olumsuz etkilemesi ve dış kaleyi anımsatacak verilerin
ortadan kalkması olmalıdır. Nitekim 20. yüzyılın başlarında şehir surlarının
bir kısmının halen ayakta olduğunu gösteren fotoğraflar günümüze
ulaşmıştır.
Kentle ilgili en eski görsel, Kanuni Sultan Süleyman’ın Irakeyn Seferini
konu edinen ve 16. yüzyılda Matrakçı Nasuh tarafından telif edilen
eserdeki Bitlis minyatürüdür. 17 ve 20. yüzyıllar arasında oluşturulan gravürler
de kentle ilgili önemli bilgiler sunmaktadır. 20. yüzyılın başlarına
ait fotoğraflarla da kentin dış kalesiyle ilgili fikir oluşturulabilmektedir. 16.
yüzyılın sonlarında Bitlis’i yöneten Şeref Han’a ait Şerefname adlı eserinde
ve 17. yüzyılın ortasında Bitlis’te kalan Evliya Çelebi’nin seyahatnamesinde
kentle ilgili önemli bilgiler bulunmaktadır. Yine kenti ziyaret eden
seyyahların anlatımlarından da birtakım çıkarımlar yapmak mümkündür.
2021 yılında Bitlis şehir merkezinde gerçekleştirilen “Dere Üstü Islah
Çalışmalarıyla” ortaya çıkan bazı sur kalıntıları kentin tarihi dokusunu anlamamıza
olanak sağlamaktadır. Ayrıca Bitlis Yüzey Araştırması sırasında şehir merkezindeki taş konutların zeminini oluşturduğunu düşündüğümüz
sur kalıntılarını da tespit ederek dış surun takip ettiği hat ortaya çıkarılmıştır.
Bu çalışmayla, Matrakçı Nasuh’un Bitlis minyatüründe görünen iç
kale ve dış kale birimlerinin günümüz kent dokusu içerisindeki yansıması,
surların kentle olan ilişkisi ve sura ilave edilen yapı toplulukları ile savunma
prensipleri ele alınmaktadır. Günümüzde Bitlis merkezinde yüksek bir
anakaya kütlesi üzerinde duran Bitlis Kalesi’nin aslında iç kaleden ibaret
olmakla birlikte asıl kentin bunun güneyinde iki nehir arasında surlarla
çevrili bir özelliğe sahip olduğu anlaşılmaktadır.

There are no publications or studies about the city walls of Bitlis
which is one of the important medieval cities of Anatolia. Buildings
such as mosques, masjids, madrasas, tombs, houses, fountains that are
examples of monumental architecture in the city have been the subject of
publications; excavations were carried out in the inner castle, but no study
was conducted on the city walls. The most important reason for this should
be the irregular construction created by the increasing population in the
cities and the changing architectural understanding with the technology
negatively affecting the historical texture and the disappearance of the
data that will remind of the outer castle. As a matter of fact photographs
showing that some of the city walls are still standing at the beginning of the
20th century have survived to the present day.
The oldest visual about the city is the miniature of Bitlis in the work
which is about the Irakeyn Campaign of Suleiman the Magnificent and was
copyrighted by Matrakci Nasuh in the 16th century. The engravings created
between the 17th and 20th centuries also provide important information
about the city. An idea about the outer castle of the city can be formed with
the photographs of the beginning of the 20th century. There is important
information about the city in the work of Sharaf Khan who ruled Bitlis at
the end of the 16th century and in the travel book of Evliya Çelebi who
stayed in Bitlis in the middle of the 17th century. It is also possible to draw
some inferences from the narratives of the travelers who visited the city.
Some of the city wall ruins which emerged with the “Stream Above
Improvement Works” carried out in the city center of Bitlis in 2021 allow
us to understand the historical texture of the city. In addition during the
Bitlis Survey the remains of the city walls which we think formed the floor
of the stone houses in the city center were identified and the line followed
by the outer wall was revealed. In this study the reflection of the inner
castle and outer castle units in the Bitlis miniature of Matrakci Nasuh in
today’s urban fabric, the relationship of the city walls with the city and the
building groups added to the wall and defense principles are discussed. It
is understood that the Bitlis Castle which stands on a high bedrock mass in the center of Bitlis today, consists of an inner castle but that the original
city was surrounded by walls between two rivers to the south of it.


2021 Yılı Kalehisar Arkeolojik Kazı Çalışmaları

Mustafa Kemal Şahin – Metin Çakar – Ali Rıza Bilgin

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0090

Sayfalar: 1371-1396

Çorum İli, Alaca İlçesi, Mahmudiye Köyü, Kalehisar Ören Yerinde 05
Ağustos 2021- 27 Ağustos 2021 tarihleri arasında, 112/262 (J-11) numaralı
parselde yer alan yapının tespiti için kazı öncesinde gerekli belgelendirme
ve temizlik çalışmaları yapılmış, alan plan kare sistemi içerisinde 10.00x
10.00 m. boyutlarında bölümlere ayrılarak çalışmalar sürdürülmüştür.
A1, B1, A3, B2 alanlarında A1 açmasının güneybatı yönündeki alanda ve
güney duvarında ki alanda batı duvarının 3.90 m. uzunluğunda ki alanda
-2.00 m. derinliğe inildi, ana duvar yapısının özellikleri belirlendi. Ayrıca
1.20 m. genişliğe, 3.60 m. uzunluğa ve 0.90 m. yüksekliği belirlen kuzey-
güney doğrultusunda ki duvarın bu yönde devam etmesi ve ana duvar
yapısını oluşturması yapının niteliği bakımından önemlidir. Diğer yandan
yapının güney duvarının yaklaşık 3.10 m. uzunluğa, 1.00 m. genişliğe ve
1.50 m. yüksekliğinde olması, genelinde de yapının yaklaşık olarak batı
duvarının ortaya çıkarılan 13.50m., var olan izlerden 24.50m. uzunluğa
sahip olması, yapının boyutları ve büyüklüğü konusunda fikir vermektedir.
Medrese ile yaklaşık yakın boyutta olması (23.00x 26.00 m.) yine bunun
bir göstergesi durumundadır. 2019 yılında yaptığımız jeo-manyetik araştırmalar
sonucunda belirlenen yapıların yoğun olduğu alanda söz konusu
yapının bulunması, kent merkezinde belirlenen yeni bir yapının varlığını
kanıtlamaktadır.
Dolayısıyla şu anda han/saray (?) olduğu düşünülen yapının belirlenen
kısımlarının varlığı, ileride yapılacak çalışmalar ve kentin öneminin ortaya
konulması yönünden de önem taşımakta, daha da önemlisi kent olduğu
düşüncesinin kanıtını oluşturuyor. Özellikle çini ve sırlı seramik ve gelişmiş
kalitede seramiklerin varlığı bu yapının önemini yine ortaya koyuyor.
Diğer yandan medrese, han ve 112/262 numaralı parseldeki yapının duvar
örgü tekniği moloz taş+ kırma taşın dönüşümlü kullanılması yönüyle benzerlik
göstermesi, aynı süreçte XIII . yüzyılın içerisinde yapıldığı düşüncesini
oluşturmaktadır. Doğallıkla ilerideki süreçte yapılacak arkeolojik kazı
çalışmaları ile söz konusu yapının işlevsel özelliğinin belirginleştirilmesi
yapı ile ilgili daha geniş değerlendirmelerin yapılmasını sağlayacaktır.

Prior to excavation between 05 August 2021 and 27 August 2021of
the site the documentation and cleansing of the area were carried out in
order to locate the body of the building extant in the plot no 112/262 (J-11)
province of Çorum, sub province, of Alaca, Mahmudiye Village, Kalehisar
ruins. The plot of ground was marked by grids measuring 10.00m by 10.00
and then the researches have been conducted. In A1, B1, A3, B2 grids, to
the southwest grid A1, the parcel in the south wall, and the parcel of the
west side of the wall 3.90m lengthwise has been dug until -2.00m depth
and the structure of the main wall was specified. Additionally the heading
of the 1.20m width, 3.60m length and 0.90m high wall in the north-south
direction constitutes the main wall body and this is significant in terms
of classification of the building. Apart from this south wall being 3.10m
length, 1.00m width, and 1.50m high and part of west wall’s 13.50m the
excavated and extant traces that lie circa 24.50m in length are suggestive
of true size and dimensions of the building. Being almost the same size as
madrasah (23.00m x 26.00) could be taken as a sign that this is a madrasah
as well. As a result of the geo-magnetic scanning we made in the area in
2019 the dense architectural structures detected in the vicinity and the said
building, being in the very vicinity of mapping, proves that there is a new
building in the centrum.
The architectural body, extant and revealed so far, that is currently
thought to be a caravanserai bears significance in terms of revealing the
status of the place as a province, still more importantly exhibits the proof of
the thought that this is a city. Especially the presence of high quality ceramic
and glazed earthenware proves the significance of this building. The building
technique of the wall in parcel no 112/264 and the wielding of rubble stone +
hewn stone interchangeably pose similarity, which supports the thought that
the structure was built within the XIII th century in the same process.
Further excavations and researches that are to be made in the future
will naturally better reveal the function of the building offering wider
scope about it.
The objects obtained during the research, both by excavating and by
some other means, such as ceramic, glazed bricks, other earthenware and
coins have been documented by means of both drawing and photographing.
Considering the scarce number of researches conducted in the area
and the information gathered so far point out the fact that our initiation for
this research is of greater significance. For, at least, we have a city waiting
to be surveyed. On top of that this city is in Mid-Black Sea Region,
which is known as a Region that lacks the presence of Anatolian Seljuk
architectural works, which at the same time, guarantees the increase of
Anatolian Seljuk presence.


Kayseri Müzesi’ndeki Kahve Kutuları

Aslı Sağıroğlu Arslan -Nihal Şahiner

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0091

Sayfalar: 1397-1422

Kahve, bir içecek türü olarak keşfedilmesinden bu yana insanlar tarafından
bir keyif içeceği olarak tüketilmeye başlanmıştır. Toplumlar arasında
misafirlik olayının artmasıyla birlikte; kahve vazgeçilmez ikram içeceklerinden
biri olmuştur. İlk olarak insanlar kahveyi elleriyle öğütürken,
sonraki dönemlerde kahve değirmeninde öğütmeye başlamışlardır. Daha
sonraki dönemlerde kahve evlerde kahve kavurma tavalarında kavrulup,
kahve dibeklerinde dövülerek hazırlanmıştır. Günümüzde ise kahve daha
pratik aletlerle kavrulup kahve öğütücülerle çekilerek yapılmaya devam
edilmektedir. Kahve pişirme işlemi de ilk dönemlerde bakır kahve cezveleri
veya bakır güğümler ile gerçekleşmiştir. Kahveler çekildikten sonra
uzun süre tazeliğini muhafaza etmesi amacıyla ağaç, pişmiş toprak gibi
malzemelerden yapılmış kutular içerisinde saklanmıştır. Kahvenin özelliğini
(kokusu, tadı vb.) çabuk yitirmemesi için genellikle ağaç kutular tercih
edilmiştir. Ağaç malzemenin kutu yapılmasında en önemli sebebi ise
içindeki kahveyi nemden korumasıdır. Kahve keyfine düşkün olan insanlar
zamanla gelişen teknolojiye ayak uydurmuş; kahve öğüten ve kahve pişiren
daha pratik ve hızlı aletler üretmişlerdir. Kahve kavurma tavası ve
kahve dibeği gibi kahve hazırlamada kullanılan aletler yerini fabrikasyon
üretimi, paket kahveler; bakır cezveler ve güğümler yerini ise daha pratik
olan elektrikli kahve makinaları almıştır. Zamanın getirdiği teknolojik gelişmelere
kahve saklama kapları da yenik düşmüştür. Artık kahve kutularının
günümüzde evlerde kullanımı kalmamış, yerini fabrikasyon ürünleri
olan cam, porselen veya metal saklama kapları almıştır. Bu araştırmanın konusu Kayseri Arkeoloji Müzesi deposunda yer alan 10 adet kahve kutusudur.
Araştırmanın konusu olan kahve kutuları form, malzeme-teknik ve
süsleme açısından incelenerek bilim dünyasına tanıtılacaktır. Bu çalışma
ile kahve kutularının Türk kültürü ve sanatı içerisindeki yeri de belirlenecek
olup, literatüre kazandırılması hedeflenmiştir.

Since its discovery as a beverage type, coffee continues to be consumed
by people as a pleasure beverage. With the increase in hospitality among
societies; Coffee has become one of the indispensable refreshments.
Firstly, while people were grinding coffee with their hands, they started
to grind it in a coffee grinder in later periods. In later periods, coffee was
prepared by roasting in coffee roasting pans and pounding in coffee pots.
Today, coffee continues to be made by roasting it with more practical tools
and grinding it with coffee grinders. The process of brewing coffee was
also carried out with copper coffee pots or copper pots in the early periods.
After the coffees are ground, they are stored in boxes made of materials
such as wood and terracotta in order to preserve their freshness for a long
time. In order for the coffee not to lose its characteristic (smell, taste, etc.)
quickly, wooden boxes are generally preferred. The most important reason
for making wooden boxes is to protect the coffee inside from moisture.
People who are fond of coffee have kept up with the developing technology
over time; they produced more practical and faster tools that grind coffee
and cook coffee. Tools used in coffee preparation such as coffee roasting
pans and coffee grounds are replaced by fabrication production, packaged
coffees; copper coffee pots and pots were replaced by more practical
electric coffee machines. Coffee storage containers have also succumbed
to the technological developments brought by the time. Coffee cans are
no longer used in homes today, and they have been replaced by fabricated
glass, porcelain or metal storage containers. The subject of this research
is 10 coffee cans in the warehouse of the Kayseri Archeology Museum.
The coffee boxes, which are the subject of the research, will be examined
in terms of form, material-technique and decoration and introduced to the
world of science. With this study, the place of coffee boxes in Turkish
culture and art will be determined and it is aimed to bring them into the
literature.


Osmanlı Cam Şişelerinde Hüsn-Ü Hat

Zübeyde Cihan Özsayıner

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0092

Sayfalar: 1423-1444

Bu çalışmada; Osmanlı Cam Sanatı içinde yer alan değişik formlardaki
(kavanoz, şişe vs) “Taşınır Kültür Varlığı“ olan cam eserlerin üzerinde yer
alan Hüsn- ü Hatlar irdelenecektir. İçinde Hilye olan örnekler söz konusu
edilmeyecektir. Söz konusu cam eserlerin üzerine yazılan hatların, camaltı
olarak içten yazıldıkları vurgulanacaktır. Cam eserler üzerinde kullanılan
yazı çeşitleri, kullanılan mürekkep cinsi, hattat isimleri ile yazıların
okunuşları ve anlamları, sanat tarihi metodolojisi kapsamında verilecektir.
Bildiride anlatılan eserler, İstanbul Müzelerinden (Cumhurbaşkanlığı
Topkapı Sarayı ve Milli Saraylar Koleksiyonu, Kültür ve Turizm Bakanlığı
Vakıflar Genel Müdürlüğü Türk Vakıf Hat Sanatları Müzesi, Sadberk
Hanım Müzesi) seçilmişlerdir.

This study shall examine a branch of Turkey’s “immovable culture
heritage:” Ottoman glass art. More specifically, we will explore the place
of Islamic calligraphy – with the exception of hilye (i.e. writings about the
Prophet Mohammad) – on and inside examples of Ottoman jars, bottles,
and other glass objects. Likewise, we will look at what kinds of calligraphy
were used, what inks they were written with, who the calligraphers where,
and what the inscriptions themselves say (transcriptions and translations
included) – all the while interpreting them within the framework of art
history. All of the pieces we have featured hail from various museums
throughout Istanbul, namely: the Presidential Topkapı Palace & National
Palaces Collection, the Turkish Ministry of Culture & Tourism’s and the
Directorate of Waqfs’ Museum of Turko-Islamic Calligraphy, and the
Sadberk Hanım Museum.


Kendale Hecala Höyüğü Ortaçağ Buluntularının Ön Değerlendirmesi

Ozan HETTO

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0093

Sayfalar: 1445-1490

Diyarbakır il sınırları içerisinde bulunan Ambar Çayı üzerine inşa
edilmiş olan sulama barajından etkilenecek bölgede yer alan Kendale
Hecala’da 2018-2021 yılları arasında sürdürülen kurtarma kazıları, baraj
suyunun dolmaya başlaması nedeniyle sonlandırılmıştır. Höyükte Çanak
Çömlekli Neolitik (Dönem III ) ve Erken Kalkolitik (Dönem II ) dönemler
ile Ortaçağ (Dönem I) tabakaları açığa çıkarılmıştır. Modern makinalı tarım
nedeniyle yoğun tahribata uğrayan Ortaçağ tabakalarında açığa çıkarılan
basit mimari kalıntılar arasında çocukların gömüldüğü çömlek mezarlar
dikkat çekicidir. Ortaçağ boyunca bu yerleşim alanında yaşayan halkın
demografik yapısı hakkında bilgi veren küçük buluntularda ise özellikle
dini liturjik haç, paten, vb. eşyalar erken ve orta Bizans döneminde yerleşimin
inanç kültürü ortaya koymaktadır. Bunun yanında kimliği saptanabilen
ortaçağ mimarisi günümüze ulaşamamış olsa da tıp aletleri, askeri
ve dokumacılık faaliyetlerinde kullanılan çeşitli nesneler ele geçmiş bu da
yerleşimde belli bir organizasyon’un varlığını ortaya koymuştur. Tüm bunların
dışında günlük kullanım amaçlı üretilmiş Geç Antik Çağ ve Ortaçağ
seramik örnekleri pek çok özelliği bakımından yerleşimdeki günlük yaşamın
anlaşılması için de önemli veriler sunmaktadır. Bilinen tipik örneklerden
ayrılan kırsal özellik taşıyan buluntular bu bağlamda az bilinen bir
malzeme türüdür. Ortaçağ tabakalarının genellikle antik kentlerde, saraylarda
veya bir yapı çevresinde yürütülen kazılarda sıklıkla yayınlara konu olması Prehistorik ve Protohistorik dönemleri içeren höyüklerde Ortaçağ
buluntularının yayınlarda fazla yer tutmamasından dolayı kırsal malzeme
hakkında kısıtlı bilgiler edinilmektedir. Kendale Hecala buluntuları Yukarı
Dicle havzasında Ortaçağ kırsal yaşantısının anlaşılmasını sağlayabilecek
niteliktedir. Bu çalışmada Ortaçağ’da kırsal alanda kullanılan malzemenin
özellikleri ve kullanım amaçları ortaya konularak kırsal yaşama ilişkin
önemli verilerin sunulması hedeflenmektedir.

Rescue excavations carried out between 2018 and 2021 in Kendale
Hecala, which is located in the area that will be affected by the irrigation dam
built on Ambar Stream within the provincial borders of Diyarbakır, were
terminated due to the start of the dam water filling up. The Pottery Neolithic
(Period III ) and Early Chalcolithic (Period II ) and Medieval (Period I) layers
were unearthed in the mound. Among the simple architectural remains
unearthed in the medieval layers, which were heavily damaged by modern
machine agriculture, the pottery tombs in which children were buried are
noteworthy. In the small finds that give information about the demographic
structure of the people living in this settlement during the Middle Ages,
especially religious liturgical crosses, skates, etc. items reveal the belief
culture of the settlement in the early and middle Byzantine period. In
addition, although the medieval architecture that can be identified has not
survived, medical instruments, various objects used in military and weaving
activities were found, which revealed the existence of a certain organization
in the settlement. Apart from all these, Late Antique and Medieval ceramic
samples produced for daily use also provide important data for understanding
the daily life in the settlement in terms of many features. Rural finds, which
differ from known typical examples, are a lesser-known type of material in
this context. Due to the fact that the medieval layers are often the subject of
publications in excavations carried out in ancient cities, palaces or around a
building, limited information is obtained about the rural materials, since the
medieval finds in the mounds containing the Prehistoric and Protohistoric
periods do not take up much space in the publications. The Kendale Hecala
finds are capable of providing an understanding of the medieval rural life
in the Upper Tigris basin. In this study, it is aimed to present important
data about rural life by revealing the properties and usage purposes of the
materials used in the rural area in the Middle Ages.


Al Oda Kaya Kilisesi

Özlem Doğan

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0094

Sayfalar: 1491-1524

Mut –Karaman karayolu üzerinde bulunan Al Oda Kaya Kilisesi,
Mut’a 28 kilometre uzaklıktadır. Kilisenin bulunduğu kaya kompleksi, karayolunun
yaklaşık 200 metre batısında, sarp bir sel yatağının sonlandığı
dik bir uçurumun kenarında yer alır.
Kaya kompleksinin doğu ve batı bölümlerinde farklı boyut ve işlevlerde
çok sayıda kayaya oyma mekan bulunmaktadır. Doğudaki ana girişten
ulaşılan ve kompleksin merkezini oluşturan mekan, düzensiz bir forma sahiptir.
Kabaca kuzey-güney uzanımlı bu mekan 18,56 x 12,54 metre boyutlarındadır.
Kilisenin de içinde bulunduğu bu alanın farklı işlevlerde kullanılan
bölümlerden oluştuğunu söylemek mümkündür. Ana mekan olarak
görülen bir orta bölüm, kuzeyinde on basamakla ulaşılan yükseltilmiş bir
bölüm, güneyinde tek nefli bir kilise, doğusunda kuzey duvarı nişlerle hareketlendirilmiş
ve mekana girişi sağlayan bir başka bölüm yer almaktadır.
Kaya mekanın duvarlarında ve tavanında fresko tekniğinde yapılmış
geometrik ve bitkisel bezemeli süslemeler mevcuttur. Bu süslemeler İkonoklazma
Dönemine tarihlendirilirken kilisenin batı duvarında yer alan
figürlü bezemeler ise, ikonoklazma sonrasına tarihlendirilmektedir. Tavan
ve duvarlarda görülen bu süsleme unsurlarının yanı sıra zeminde yer alan
opus teselatum tekniğinde yapılmış mozaik döşeme, yapıdaki bir başka
bezeme alanını oluşturur. Merkez alanın kuzeyinde geniş bir apsidal niş
şeklinde düzenlenmiş mekana çıkışı sağlayan kayaya oyma basamakların
üzerinde, bir ip bağlanabilecek biçimde açılmış delikler görülmektedir. Merdivenin önünde ve yan tarafında ise düzgün dairesel ve kare formlu,
derinlikleri yaklaşık 0.30 metre olan oyuklar vardır.
Al Oda Kaya Kilisesi sahip olduğu mekan sayısı ve çeşitliliği ile küçük
bir manastır kompleksi olarak nitelendirilebilir. Ana mekanın zemininde
görülen ve MS III . yüzyıla tarihlendirilen mozaikler, yapının kilise
olarak kullanılmadan önce de önemli bir mekan olarak kullanıldığını göstermektedir.
Basamaklar üzerinde görülen bağlama delikleri ve zeminde
yer alan düzgün oyuklar ise, kiliseye dönüştürülmeden önce pagan nitelikli
bir işleve sahip olduğunu düşündürmektedir. Yapı olasılıkla Hıristiyanlığın
bölgede yayılmasından sonra işlev değişikliği geçirmiş olmalıdır. Yapının
duvar ve tavan bezemelerine göre de XII .-XIII . yüzyıla kadar kullanımı
sürmüştür.

The rock cut church known as Al Oda is located on the Mut – Karaman
highway at a distance of 28 km to Mut. The rock at which the church takes
place lies 200 m west of the highway on the edge of a sharp vertical cliff.
At the eastern and western parts of the rock complex there are many
rooms carved on the rock in various shapes and measures. The central room
which is approached from the main entrance at the east has an unequal
shape. This north-south oriented room measures 18.56 x 12.54 m. This
space with various rooms in which the church is also located must have
been used for different purposes. The central area which is accepted as the
main part consists of an elevated part which is approached from the north
via ten stairs; of a one naved church at the south and of an eastern room
which is an entrance and has a niched northern wall.
There are decorations of geometrical and floral motifs applied in fresco
technic at the walls and ceiling of this rock complex. These decorations are
dated to the Iconoclastic Period and the figural decorations at the western
wall of the church to a period after iconoclasm. There are also mosaics in
opus teselatum tecnique on the floor. There are holes which allow ropes or
cords to go through on the stairs carved to the rocks which lead to the space
organised as an apsidial niche north of the central place.
The variety and number of rooms in the rock cut church of Al Oda can
be explained with its being a small monastery complex. The mosaics of the
main room being dated to the 3rd century AD shows that this complex was
in use as an important place before the church was constructed. The holes
which allow ropes or cords to go through or the clean cut hollow (recessed)
floor point to the fact that this place functioned for pagan purposes before
it was converted to a church. According to the wall and ceiling decorations
the construction was in use till the 12th-13th centuries.


Phrygia’dan Röliker Muhafazalı Bir Altar

Görkem Işık

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0095

Sayfalar: 1525-1540

Bizans kiliselerinde en önemli liturjik kuruluş olan altarlar; monoblok
ya da taban, destek ve tabladan oluşmak üzere çok birimli üretilmiştir.
Ökaristi ayininde kullanılan kutsal objelerin sunulduğu altarların, erken
dönemlerde taşınabilir nitelikte ahşaptan sonraki yüzyıllarda ise mermer
gibi malzemelerden üretilerek kalıcı bir unsura dönüştüğü bilinmektedir.
Hristiyanlığın ilk yüzyıllarından başlayarak martyler ile altar kuruluşları
arasında da doğrudan bir ilgi kurulmuştur.
Bugüne kadar Anadolu’da gerçekleştirilen araştırmalarda çok sayıda
altar ve ona bağlı birim tanıtılmıştır. Afyonkarahisar İli Özburun Belediyesi’nde
tespit edilen monoblok altar, röliker muhafazalı özel bir grubun
temsilcisidir. Yunanistan, Balkanlar ve İtalya’nın aksine Anadolu için görece
daha az örnekle tanınan bu grupta ele alınabilecek altar kuruluşları,
röliker muhafazasına imkan verecek çeşitli biçimlerde kurgulanmıştır.
Afyonkarahisar’da gerçekleştirilen önceki araştırmalarda elde edilen
arkeolojik veriler ve var olan epigrafik külliyat göstermektedir ki tarihsel
süreç içinde bölgede azımsanmayacak sayıda aziz yaşamış, erken yüzyıllardan
itibaren rölikler dolaşımda olmuş ve bunlar kiliselerde muhafaza
edilmiştir. Bu bağlamda, Özburun röliker muhafazalı blok altar örneği
bölgenin Bizans Dönemi dini yaşantısının özgül yapısına işaret eden bir
gösterge olarak değerlendirilmelidir.

Altars were among the most significant liturgical furnishings in
Byzantine churches and exhibited various forms. Initially, these altars,
serving as platforms for sacred objects used in the Eucharist, were portable
and crafted from wood. Over time, they evolved into permanent structures
made of marble. From Christianity’s early centuries, a direct relationship
was established between martyrs and altars.
Numerous altars and related elements have been documented in
studies conducted across Anatolia. The monolithic altar discovered in the
Özburun Municipality of Afyonkarahisar Province represents a unique
category characterized by reliquary enclosures. This group, less recognized
in Anatolia compared to Greece, the Balkans, and Italy, includes altars
designed to safeguard reliquaries in various ways.
Archaeological findings and the extant epigraphic corpus in
Afyonkarahisar reveal that a significant number of saints resided in this
region historically, with relics being circulated and preserved in churches
since the early centuries. Consequently, the Özburun altar, featuring
a reliquary reservoir, serves as a testament to the distinct nature of the
Byzantine Period’s religious life in the area.


Sinop Balatlar Kilisesi’nde Bulunan Kazıma Gemi (Grafiti) Tasvirleri

Sedef Öztürk

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0096

Sayfalar: 1541-1564

Sinop il merkezindeki Balatlar Kilisesi kazı alanında yer alan I nolu
mekân, Osmanlı dönemine ait Meryem’in Ölümü/Uykusu’na adanmış bir
Ortodoks Rum kilisesidir. Hamamdan kiliseye dönüştürüldüğü kazı çalışmaları
sonucu tespit edilen tarihi yapı kalıntısı içinde Roma döneminde
Apodyterium olduğu düşünülen mekân, 13.yüzyıldan 20.yüzyıl ilk çeyreğinde
gerçekleşen mübadeleye kadar kilisesi olarak kullanılmıştır. Tek
nefli, beşik tonozla örtülü mekânın doğu duvarı oyularak apsis oluşturulmuştur.
13.yüzyıldan itibaren kilise olarak kullanılan yapının tonozunun
1640-1641 yılları arasında çöken kısımları ile duvar resimlerinin yenilendiği
Rumca ve Osmanlıca olarak çift dille yazılmış bugün yerinde olmayan
kitabede belirtilmektedir.
Kilisenin duvar resimleri ve sıva tabakası üzerine ibadet amacıyla ziyaretçiler
tarafından yapıldığı anlaşılan yedi farklı gemi grafitisi bu bildirinin
konusunu oluşturmaktadır. Çalışma kapsamında gemi grafitileri;
biçim, boyut ve form gibi teknik özellikleri, ikonografik anlamaları ve
oluşturulma amaçları çerçevesinde değerlendirilmiştir. Karadeniz ve Doğu
Akdeniz de tespit edilen benzer örnekler üzerinden analoji yapılarak bilim
dünyasına ilk kez tanıtılmıştır.

The place I, located in the Balatlar Church excavation area in the city
center of Sinop, is an Orthodox Greek church dedicated to the Death/Sleep
of Mary from the Ottoman period. The place, which is thought to be the
Apodyterium during the Roman period, was used as a church from the 13th
century until the population exchange that took place in the first quarter of
the 20th century. An apse was formed by carving the eastern wall of the
single-nave, barrel-vaulted space. The collapsed parts of the vault of the
building, which was used as a church since the 13th century, and the wall
paintings were renewed, are indicated in the inscription, which is not in
place today, written in a bilingual Greek and Ottoman Turkish.
The subject of this study is the graffiti of seven different ships, which
are understood to have been made by visitors for worship purposes on the
wall paintings of the Church. In this study, the technical features of ship
graffiti such as shape, size and form, their iconographic understanding and
the purpose of creation were evaluated. It was introduced to the first time
by making analogies over similar examples found in the Black Sea and the
Eastern Mediterranean.


Osmanlı’nın Geç Dönem Sivil Mimari Örneklerinden Burdur Taşoda Konağı

Serkan Kılıç

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0097

Sayfalar: 1565-1584

1423 yılında Osmanlı idaresine giren Burdur, hızlı bir gelişme sağlayarak
Seccade Tepe, Yeşil Tepe ve Susamlık Tepesi’ne doğru yayılma göstermiştir.
1478-1568 yılları arasında Hamid Livası’na bağlı bir kaza olan
Burdur’da, 1478 yılında 1’i Hıristiyan 3’ü Müslüman olmak üzere 4 mahalle
olduğu bilinmektedir. Şehirde, XVIII . yüzyılda inşa edilmiş birçok
geleneksel konut yer almaktadır. Geleneksel Burdur evleri, günümüzde
daha çok kentin ilk kurulduğu alanlar olan Kurna/Burdur Çayı ve paralelinde
konumlanmış mahallelerde Kale, Ulu Camii ve Saat Kulesi çevresine
konumlandırılmıştır.
Burdur’daki geleneksel konutlarda, sofa mekânının tek yönünde bir
adet ya da her iki yönünde, 2 veya daha fazla sayıda olmak üzere, yerden
yüksekte yer alan oturma birimleri olarak bilinen köşkler bulunmaktadır.
Bazı yapılarda köşkle birlikte abdestliklerin de yer aldığı görülmektedir.
İç sofalı konutlarda “T” ve “L” formlu sofa mekânları çoğunluktadır. Orta
sofalı yapılarda ise sofanın “T” ve “I” formlu ile karşılaşılmaktadır.
Osmanlı’nın önemli sivil mimar örneklerinden biri olan Taşoda Konağı’nın
banisi ve inşa tarihi bilinmemektedir. 1890 tarihli arşiv kaydında,
konağın Kayışoğlu Ahmet Ağa ve çocuklarının üzerine olduğu tespit
edilmiştir. 1975 yılında tescil edilerek koruma altına alınan konağın 1978
yılında restorasyonu tamamlanmıştır. Günümüzde etnografya müzesi olarak
kullanılan konak, iki katlı ve dış sofalı olarak inşa edilmiştir. Zemin
katta taş, birinci katta ise ahşap ve kerpiç malzeme kullanılmıştır. Konak, Osmanlının geç dönemlerinde görülen ahşap ve kalemişi süslemelerine sahiptir.
Özellikle konağın köşk bölümünün tavanı ile baş odadaki yoğun kalemişi
ve alçı süslemeler dikkati çekmektedir. Bu çalışmada, Taşoda Konağı’nın
bütün mimari özellikleri ve süslemeleri ele alınarak bilim dünyasına
tanıtılması amaçlanmaktadır. Ayrıca konağın tarihlendirilmesine yönelik
Burdur ve Anadolu’daki benzer örnekleri ile karşılaştırılması yapılacaktır.

Burdur, which entered the Ottoman administration in 1423, made
a rapid development and spread towards Seccade Tepe, Yeşil Tepe and
Susamlık Tepe. It is known that in Burdur, which was a district of Hamid
Liva between 1478-1568, there were 4 neighborhoods in 1478, 1 of which
was Christian and 3 of which was Muslim. In the city, XVIII . There are
many traditional residences built in the 19th century. Traditional Burdur
houses are located around the Castle, Ulu Mosque and Clock Tower in
neighborhoods located in parallel with Kurna/Burdur Stream, which are
the areas where the city was first established today.
In traditional residences in Burdur, one or both sides of the hall space,
there are mansion, known as sitting units, located above the ground, as 2
or more. In some buildings, it is seen that there are ablutions along with
the mansion. “T” and “L” shaped hall spaces are the majority in the houses
with inner hall. In buildings with a middle hall, the “T” and “I” forms of
the hall are encountered.
The builder and date of construction of Taşoda Mansion, one of the
important examples of civil architects of the Ottoman Empire, are unknown.
In the archive record dated 1890, it was determined that the mansion
belonged to Kayışoğlu Ahmet Ağa and his children. The mansion, which
was registered and taken under protection in 1975, was restored in 1978. The
mansion, which is used as an ethnography museum today, was built with
two floors and an outer hall. Stone was used on the ground floor, and wood
and adobe materials were used on the first floor. The mansion has wooden
and hand-drawn decorations seen in the late Ottoman period. Especially the
ceiling of the mansion section of the mansion and the dense hand-drawn
and plaster decorations in the main room attract attention. In this study, it is
aimed to introduce Taşoda Mansion to the world of science by considering
all its architectural features and decorations. In addition, for the dating of the
mansion, it will be compared with similar examples in Burdur and Anatolia.


Fatsa-Bolaman Güvercinlik Mezarlığı ve Mezar Taşları

Sevinç Eren

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0098

Sayfalar: 1585-1628

Kökeni inançlara dayanan mezar taşları, yapıldıkları dönemin, çevrenin,
inançların, geleneklerin ve sanat anlayışının ortak ürünü olarak
tarih ve kültür mirasımızın önemli bir parçasını oluşturmaktadır. Bu geleneğin
devamı niteliğinde Ordu ili Fatsa ilçesine bağlı Bolaman Mahallesi,
Güvercinlik Mevkiinde bulunan tarihi mezarlık alanındaki mezar taşları,
çalışmanın konusunu oluşturmaktadır. Konu kapsamında gerçekleştirilmiş
saha çalışmasında bahsedilen mezarlıkta farklı dönemlere ait farklı tür ve
formda mezar ve mezar taşları incelenmiştir. Genel itibarıyla 18. yüzyıl
sonu ve 20. yüzyıl başlarına tarihlendirilebilen mezar taşlarının haricinde
üzerinde tarih ibaresi bulunmayan ve anonim olarak nitelendirilebilen mezarlar
ve gayr-i muntazam olarak dikilmiş mezar taşları tespit edilmiştir.
Zaman içerisinde çoğu tahrip olan mezarların ve mezar taşlarının baş
taşları üzerindeki başlık ile tepeliklerinden hareketle bu mezar taşlarının
kadın veya erkek mezarı olduğunu saptayabilmek mümkündür. Özellikle
baş taşları mezarda yatan kişinin cinsiyetine göre farklılık göstermektedir.
Tamamı taştan yapılan mezar veya mezar taşlarında bezemeye daha çok
başlık, tepelik ve gövde kenarlarında yer verilmiştir. Mezar taşı kitabelerinde
genellikle başlangıç ifadeleri, kimlik bilgisi, dua istekleri ve ölüm
tarihi yer almaktadır.
Farklı ölçü ve boyutlardaki dikili taş geleneğini sürdüren gayr-i nizami
formdaki mezar taşlarında taşların doğada olduğu gibi kullanıldığı,
yüzeysel ya da tamamen düzeltildiği örnekler mevcuttur. Ağırlıklı olarak
mezarın baş kısmının yönünü belirten baş taşlarına yer verilmiş, bu mezar taşlarında herhangi bir bezeme ögesi bulunmamaktadır. Günümüzde defin
yapılan bu alanın erken devirlerden itibaren mezarlık olarak kullanıldığı
tespit edilebilmektedir. Bu bağlamda geçmişten bugüne mezar taşı geleneğinin
izlerini farklı örneklerle bir arada toplayan Güvercinlik Mevkii
Mezarlığı adeta açık hava müzesi görünümündedir.
Çalışma kapsamında Bolaman Mahallesi Güvercinlik Mevkiindeki
mezarlıkta yer alan mezar tipleri, mezar taşı tipleri, başlık ve tepelik formları,
bezeme özellikleri yanında malzeme-teknik, kitabelerde görülen hat
türleri açısından değerlendirilmiştir. Mezar taşları kişi ve sülale adları,
meslekler, hastalıklar vb. konular hakkında dönemsel bilgi alabildiğimiz
tarihi birer belge niteliğinde olup Fatsa’nın kültürel tarihine de katkı sağlayacaktır.

Headstones, which origing is based on beliefs, form an important
figure in our historical and cultural legacy as a common product of their
era, environment, beliefs, traditions and sense of art. As a follow up of this
tradition, the Headstones located in Güvercinlik Cemetery, Fatsa province
of Ordu, are the main subject of this article. The field research covers the
analysis of the mentioned cemetery and its Headstones that come from
different backgrounds and forms. Apart from the late 18th century- early
20th century dated ones, anonymous, unevenly erected Headstones without
a date or inscription were also recorded.
It is possible to identify the Headstones which are dilapidated in time
by their crest and capstones in order to see if they were belonged to a
woman or a man. Especially the capstones vary from gender to gender. In
entirely stone formed graves or Headstones, ornaments are placed mostly
on crest, capstones and the body of the headstone. In epitaphs, there are
mostly introductions, identifications, prayers and the date of death.
There are examples of irregularly set different tombs and Headstones,
that continue the tradition of obelisk, are being used in nature in their
organic form or being corrected superficially and entirely. Mostly, there
are Headstones which point the head of the tomb and these headstones do
not contain any ornamental item. It is depicted that this burial filed has
always been used as a cemetery for generations, in this sense we can say
that Güvercinlik Mevkii Cemetery is an outdoor museum, that embraces all
different remains of obelisks from past to present.
Within the scope of this research, types of tombs, Headstones, their
crest, capstones and ornaments were examined as well as the material
equipments and calligraphies on the epiphanies. Headstones can be a
source of historical information about people, families, occupations,
diseases which leads to contribution to the cultural history of Fatsa.


İzmir-Çeşme, Eski Çeşme (İsmailobası) Köyü Camii Koruma Uygulamaları

Şakir Çakmak

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0099

Sayfalar: 1629-1650

Çeşme’nin yaklaşık 3km güneydoğusunda yer alan Eski Çeşme (İsmailobası)
Köyü, uzun bir süre önce terk edilmiş, bugün sadece bazı yapı
kalıntıları içeren bir alandır. Alanda günümüze kısmen ulaşabilmiş bir cami
kalıntısı ve yaklaşık 100m kuzeyinde bir türbe bulunmaktadır. Ayrıca caminin
batısı ve kuzeybatısındaki ağaçlarla kaplı alanda da çok sayıda yapı
kalıntısı görülebilmektedir. Cami, dikdörtgen planlı bir ibadet mekanı, kuzeyindeki
son cemaat yeri ve batı cephesinin kuzey ucundaki minareden
oluşmaktadır. Düzgün kesme taş, kabayonu taş ve tuğlalarla inşa edilen
yapının ibadet mekanı duvarları büyük ölçüde yıkılmış, son cemaat yerinin
sadece üç birimi korunabilmiştir. Prof. Dr. Rahmi Hüseyin Ünal, 1988
yılında yayımladığı makalede yapıyı inşa malzemesi ve son cemaat yeri
kemer köşeliklerinde yer alan süslemelerinden hareketle 15. yüzyıla tarihlendirmiştir.
Dolayısıyla Çeşme yöresinin Türk dönemine ait en erken
tarihli yapılarındandır. Çeşme’nin Türk dönemindeki ilk yerleşim alanı
olduğunu bildiğimiz Eski Çeşme (İsmailobası) Köyü, cami, türbe ve çeşitli
yapı kalıntılarından oluşan somut kültürel değerlerle birlikte anı değeri
açısından da büyük bir öneme sahiptir. 2021 yılında öncelikle son derece
kötü durumdaki caminin korunmasına dönük konservasyon çalışmalarına
başlanmış ve çalışmalar 2022 yılı sonu itibariyle büyük ölçüde tamamlanmıştır.
Bu kapsamda özellikle yıkılma tehlikesi arz eden son cemaat yeri
kemerleri sağlamlaştırılmış, günümüze ulaşabilen tüm özgün sıvalar mikroenjeksiyon
yöntemi ile korunmuş ve yapının üzeri çelik konstrüksiyonlu
bir koruma çatısı ile kapatılmıştır. Caminin çevresinde yapılan bitki ve moloz
temizliği çalışmaları sırasında Osmanlı dönemine ait in-situ olmayan az sayıda mezar taşı bulunmuştur. Temizlikleri yapılan mezar taşlarının
caminin çevresinde düzenlenecek bir bölümde sergilenmesi düşünülmektedir.
Camideki koruma uygulamalarının tamamlanmasından sonraki ikinci
etapta alandaki türbe ve diğer yapı kalıntılarının korunmasına yönelik
çalışmaların gerçekleştirilmesi planlanmaktadır. Bu yazıda, Eski Çeşme
(İsmailobası) Köyü’nde mevcut yapı kalıntıları tanıtılmakta ve camide
gerçekleştirilen koruma uygulamaları hakkında bilgi verilmektedir.

Eski Çeşme (İsmailobası) Village, located approximately 3km southeast
of Çeşme, is an area that was abandoned a long time ago and today contains
only some building remains. There are remains of a mosque in the area that
have partially survived and a tomb approximately 100m to the north. In
addition, many building remains can be seen in the tree-covered area to the
west and northwest of the mosque. The mosque consists of a rectangularplanned
place of worship, the narthex to the north, and the minaret at the north
end of the west façade. The walls of the prayer hall of the building, which
was built with smooth cut stones, coarse stones and bricks were destroyed to
a large extent, and only three units of the narthex were preserved. Prof. Dr.
Rahmi Hüseyin Ünal, in his article published in 1988, dated the building to
the 15th century, based on the building materials and the decorations on the
spandrels in the narthex. Therefore, it is one of the earliest dated structures
belonging to the Turkish period of the Çeşme region. The village of Eski
Çeşme (İsmailobası), which we know to be the first settlement of the region
in the Turkish period, has a great importance in terms of heritage as well as
tangible cultural values consisting of mosque, tomb and various building
remains. Conservation works for the protection of the mosque, which was in
an extremely bad condition, started in 2021 and the works were completed
to a large extent by the end of 2022. In this context, the arches of the narthex,
which were in danger of collapse, have been strengthened, all the original
plasters that have survived to the present day have been preserved by
microinjection method, and the structure has been covered with a protection
roof made of steel. During the cleaning process around the mosque, a small
number of tombstones belonging to the Ottoman period, which were not
in-situ, were found. There is plan to exhibit them nearby. In the second
stage, after the completion of the conservation practices in the mosque, it is
planned to carry out studies for the protection of the tomb and other building
remains in the area. In this article, the existing building remains in Eski
Çeşme (İsmailobası) Village are introduced and information is given about
the conservation practices carried out in the mosque.


Bir Kült Alanının Dönüşümü Üzerine Smyrna Piskoposu Aziz Polykarpos’un Mezarından, İzmir’in Yusuf Baba-Dede Tekkesine

Settar Tarman – Emine Tok

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0100

Sayfalar: 1651-1678

Doğu Roma İmparatorluğu’nun devlet dini olarak Hristiyanlığı kabul
edişiyle beraber Anadolu’daki hakim inanç da Hristiyanlık olmuştur.
Anadolu’daki Türk nüfusu XI-XII . yüzyıllarda başta Selçuklu Devleti,
ardından da Türk Beyliklerinin yoğunlaşan fetihleriyle birlikte artmaya
başlamıştır. Bu fetihlerle Doğu Roma İmparatorluğunun sınırları
doğudan batıya doğru daralarak Anadolu’nun inanç kimliğinde değişimlere
neden olmuştur. Bu yeni kimlikte bölgenin Hristiyan nüfusu yavaş
yavaş azalırken Müslüman nüfus artma eğilimine girmiştir. Türklerin
ve özellikle de Osmanlı Devleti’nin XIII . yüzyılın sonu-XIV. yüzyılın
başlarında, bölgenin Müslümanlaştırılması için izlediği çeşitli askeri ve
siyasi politikalar bu değişim sürecini Müslüman Osmanlı Devleti lehine
hızlandırmıştır. Bu anlamda halihazırda Anadolu’da yaşayan Hristiyan
nüfusun Müslümanlaştırılması, aktif yerleşim birimlerini yitirmeden hem
toprak verimliliği hem de nüfus canlılığını koruma açısından önemli yere
sahiptir. Anadolu’nun pek çok yerinde varlığı bilinen kutsal alanların, ilgili
heterodoks inançlar aracılığıyla neredeyse korunarak dönüştürülmesi yani
İslamlaştırılması, Osmanlı’nın uyguladığı önemli politikalardan olmuştur.
Antik Smyrna akropolisi, günümüz İzmir kentinin tarihi ve kutsal alanlarından
olan Pagos (Kadifekale) Tepesi bu uygulama doğrultusunda bir değişime tanıklık etmiştir. Pagos Tepesi’nde Hristiyanlığın ilk zamanlarından
beri yüzyıllarca varlığını sürdüren bir Hristiyan azizin kültü, bölgenin
Türk hakimiyetine girmesiyle evirilerek yerini Müslüman bir dervişe, Yusuf
Baba/Dede’ye bırakmıştır. Aziz Polykarpos’un inancı uğruna yakılarak
martyr edildiği akropoliste, bir zamanlar Aziz Polykarpos şapeli ya da
mezarının bulunduğu alan, Hristiyanlar tarafından büyük bağlılıkla ziyaret
edilmekteydi. Kenti ve özellikle de Pagos Tepesi’ni ziyaret eden pek çok
seyyah, gezi notlarında bu konuya ilişkin çeşitli bilgilere yer vermiştir.
Bölgenin Türk hakimiyetiyle birlikte, kült alanında bu kez savaşçı bir
Müslüman dervişin anısı yaşamaya başlamış; Yusuf Baba Tekkesi adıyla
anılan yapı, inananların ziyaretgahı haline gelmiştir. Bu çalışma kapsamında,
ilgili alana yönelik ulaşılan yeni veriler (tapu-kadastro kayıtları, arşiv
belgeleri, seyahatname notları, haritalar, gravürler) doğrultusunda bir Hristiyan
kült alanının, kentin İslamlaşmasında aracılık ettiği rolün ve kültün
dönüşümünün değerlendirilmesi amaçlanmıştır.

When Christianity adopted as the state religion of the Eastern Roman
Empire, the dominant belief in Anatolia became Christianity. The Turkish
population in Anotolia started to increase in the 11th-12th centuries with
the intensifying conquests of the Sultanate of Rum and then Turkish
Beyliks. With these conquests, the borders of Eastern Roman Empire
narrowed from east to west and caused changes in the belief identity of
Anatolia. In this new identity, while the Christian population of region
gradually decreased, the Muslim population tended to increase. In the late
13th-early 14th centuries, various military and political policies which
was followed by the Turks and especially the Ottoman Empire with the
aim of Islamization of the region, accelerated this process of change in
favor of the Muslim Ottoman Empire. In this sense, the Islamization of the
Christian population currently living in Anatolia has an important place in
terms of preserving both soil fertility and population vitality without losing
active settlements. The conversion of the sanctuaries, which are known to
exist in many parts of Anatolia, by means of heterodox beliefs, was one of
the important policies implemented by the Ottomans.
Acropolis of ancient Smyrna, also known as Pagos Hill (Kadifekale)
which is one of the historical and sacred areas of today’s Izmir city,
witnessed a change in line with this practice. The cult of a Christian saint,
which has existed on Pagos Hill for centuries since the early days of
Christianity, evolved after the region came under Turkish rule and left its
place to a Muslim dervish, Yusuf Baba/Dede. In the acropolis of ancient
Smyrna, where Saint Polykarpos was burned to death for the sake of his
faith, the area where Saint Polykarpos’ chapel or tomb was once visited
by Christians with great devotion. Many travelers who visited the city and
especially Pagos Hill, shared various information and drawings on this
subject in their travel notes. With the Turkish domination of the region,
this time the memory of a warrior Muslim dervish began to live in the
cult area; the building, known as Yusuf Baba Lodge, has become a place
of pilgrimage for believers. Within the scope of this study, it is aimed to
evaluate the role of a Christian cult area mediated in the Islamization of the city and the transformation of the cult in line with the new data (deedcadastre
records, archival documents, travelogue notes, maps, engravings)
obtained for the relevant area.


İletişimin Mimarisi Osmanlı’nın Telgrafhane Binaları

Nurcan Yazıcı Metin

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0101

Sayfalar: 1679-1712

Telgrafhaneler, telgrafın Osmanlı Devleti’nde kullanılmaya başlandığı
1855 senesinden itibaren tanımlanan mimari mekanlardır. Başlangıçta,
daha çok mevcut konut örneklerinin kiralanmasıyla işlevlendirilmiş yapılar
oldukları anlaşılan veya Hükümet konaklarının bir bölümünde yer
alan birimlerde faaliyet veren telgrafhanelerin bu şekilde kullanımı devam
etmiş olmakla birlikte bazı yerleşimlerde bağımsız yapılar olarak da inşa
edilmişlerdir. Genellikle kent meydanında, hükümet konağına yakın konumda,
kamusal mekanın bir parçası olarak konumlanan “telgrafhane binaları”,
telgraf hattının ulaştığı tüm Osmanlı coğrafyasında bulunmaktadır.
Telgrafhane binaları, dönemin kamu yapıları arasında olmakla birlikte
diğer mimari örneklere nazaran çok daha yalın, işlevselliğin ön planda olduğu
yapılardır. Çoğunlukla yüksek bodrum kat üzerine tek veya iki katlı
olarak inşa edilmişlerdir. Kagir mimari örnekler olmakla birlikte ahşap örneklerine
de rastlanmaktadır. Planlamada, daha çok “salon” diye tanımlanan,
orta hol ya da koridor iki yanına mekanların yerleştirildiği görülmektedir.
Cephelerde dönem üsluplarının belirgin bir yansıması yoktur. Yerel
unsurlar mimarinin şekillenmesinde belirleyici olabilmektedir. Dönemin
diğer kamu yapılarında olduğu gibi, halktan yardım toplanarak inşa edilen
örnekleri yaygındır. Bu yapıların projelerini hazırlayanlara dair bilgiler sınırlıdır.
Osmanlı kentlerinin son dönem mimarisinde, genellikle kamusal alanın
bir parçası olarak inşa edilen bu yapılar, son dönem Osmanlı mimarlığının
en mütevazi örnekleridir. Telgrafhane binalarının günümüze ulaşan
örnekleri sınırlıdır.
Bu çalışmada, Osmanlı coğrafyasının farklı yerleşimlerinden seçilmiş olan ve bu amaçla inşa edilen telgrafhane binalarının, Osmanlı Arşivi’nden
temin edilen orjinal projeleri ile dönemin yazışmaları üzerinden, inşa süreçleri,
plan ve mimari özellikleri açısından ele alınarak değerlendirilmesi
amaçlanmıştır.

Telegraph offices are architectural spaces that have been defined since
1855, when the telegraph began to be used in the Ottoman Empire. In the
beginning, telegraph offices, which were understood to be structures that
were mostly functional by renting out existing housing examples or operating
in units located in a part of government offices, continued to be used in this
way, but they were also built as independent structures in some settlements.
The “telegaph office buildings”, which are generally located in the city
square, close to the government office, as part of the public space, are located
in the entire Ottoman geography where the telegraph line reaches.
Although telegraph office buildings are among the public buildings of
the period, they are much simpler than other architectural examples, where
functionality is at the forefront. They are mostly built as a single or two
storey on a high basement floor. Although there are examples of masonry
architecture, there are also examples of wood. In the planning, it is seen
that spaces are placed on both sides of the middle hall or corridor, which
are defined as “hall”. There is no clear reflection of the period styles on the
facades. Local elements can be decisive in shaping the architecture. As in
other public building of the period, examples of those built by collecting
donations from the public are common. Information about the people who
prepared the projects of these structures is limited.
These structures, which were generally built as a part of the public
space in the late period architecture of Ottoman cities, are the most modest
examples of late Ottoman architecture. The standing examples of telegraph
office buildings are limited.
In this study, it is aimed to evaluate the original projects of the
telegraph office buildings, which were selected from different settlements
of the Ottoman geography and built for this purpose, obtained from the
Ottoman Archive.


Kayseri-Gesi ve Çevresinde Tarihi Mezarlıklar ve Mezar Taşları Turan (Mimar Kocasinan) Mezarlığı

Şerife Tali

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0102

Sayfalar:1713-1746

Bu çalışmada Kayseri Gesi’ye bağlı Turan (Mimar Kocasinan) Mezarlığı’nda
bulunan tarihi mezar taşları incelenmiştir. Dikdörtgene yakın
bir plana sahip olan ve geniş bir alana yayılan tarihi mezarlık 2018 yılında
tescil edilmiştir. Mezarlıkta tahribat fazla olup çoğu mezarların şahideleri
kırılmış veya mezarlar büyük oranda zarar görmüş ve özellikle tarihi
taşlara üstten de boyama-kazıma gibi çeşitli yeni müdahaleler yapılmıştır.
Turan Mezarlığı’nda üzerinde kitabesi olan tarihi 20 mezar ve şahideleri
tespit edilirken, mezarlıkta çok sayıda üzerinde kitabesi olmayan hiç işlenmemiş
şahideleri ile tarihi mezar taşları da bulunmaktadır. Şahidelerin
kitabelerinin transkripsiyonu yapılmış ve eserler mezar tipolojisi, malzeme,
teknik, form ve bezeme özellikleriyle sanat tarihi metodolojisi içerisinde
değerlendirilmiştir. Mezar taşı tipolojisi olarak çeşitliliğin olduğu
mezarlıkta, monoblok, arkaik tarzda hiç işlenmeden bir işaretçi olarak dört
örnekte kullanılmış olan tip oldukça farklıdır. Eserlerde malzeme olarak
yöreden çıkarılan kırmızımsı düzgün kesme taş kullanılmış, mermer malzemenin
hiç kullanılmadığı mezarlıkta taş işçiliği ve hat istifleri arasında
da bir uyum söz konusu değildir. Süsleme olarak şahideler genellikle bezemesiz
olup bazılarının çerçevelerinde geometrik ve iç kısımlarında kartuşlarla
çok sınırlı bitkisel bezemeler görülebilmektedir. Sade görünümlü, taş
mezarlar, mezar taşı yapma geleneğini sürdüren özgün eserlerdir. Özellikle
Gesi ve çevresindeki mezarlıklarla kendi içlerinde genel bir karakter sunan
mezar taşları, malzeme, teknik ve bezeme ile diğer örneklerle önemli bir bütünün parçasını oluşturmaktadır. Yapılan bu araştırma ile Gesi mezar
taşları olarak bütünün bir parçası daha tamamlanmıştır.

In this study, historical tombstones found in the Turan Cemetery of
Kayseri Gesi were examined. The historical cemetery, which has a nearly
rectangular plan and spread over a wide area, was registered in 2018. The
destruction in the cemetery is high, the tombstones of most of the graves
were broken or the graves were damaged to a great extent, and various new
interventions were made, especially on the historical stones, such as painting
and scraping from the top. While 20 historical graves with inscriptions
and their tombstones have been identified in the Turan Cemetery, there
are also many unprocessed tombstones and historical tombstones in the
cemetery without inscriptions. The inscriptions of the tombstones were
transcribed and the works were evaluated within the methodology of art
history with their tomb typology, material, technique, form and decoration.
Examined tombs, within the tomb typology; Four different types of tombs
were formed, 10 of which are Earthen Graves with Tomb, 1 of which are
open-topped Chest (Sarcophagus) Graves with Tomb. In the cemetery,
where there is diversity in terms of tombstone typology, the type used
in four examples as a marker without being processed in a monoblock,
archaic style is quite different. There are inscriptions on the 20 tombstones
of the witnesses evaluated chronologically in the cemetery, three of which
are broken and one of them is faded, and there is a date inscription on
the inscriptions. The earliest dated tombstone in the cemetery is 1124 H./
(1712-1713 M.), the latest dated 1311 H./ (1893-1894 M.), while the first
six examples are dated to the 18.th century, the other ten examples are
dated to the 19.th century; the dates cannot be determined due to the last
four samples being broken and deleted. The first initial sentences of the
inscriptions on the tombstones usually begin with an Arabic supplication,
the next texts were written in Ottoman Turkish. In the inscriptions, which
are usually written as celi sülüs and celi talik, the beginning sentence is
completed as the identity information of the deceased, the prayer requested
for his soul, and the date phrase. In the works, reddish smooth cut stone
extracted from the region was used as material; There is no harmony
between the stonework and line stacks in the cemetery, where no marble
material is used. As decoration, the tombstones are generally undecorated,
and some of them have geometric decorations on their frames and very
limited floral decorations with cartridges inside. Plain-looking stone tombs are original works that continue the tradition of making tombstones. The
tombstones, which present a general character in themselves, especially
with the cemeteries in and around Gesi, form an important part of an
important whole with materials, techniques and decorations. With this
research, another part of the whole was completed as Gesi tombstones.


Yok Olmaya Yüz Tutan Bir Miras Afrin-Katma Tren İstasyonu

Emre Kolay – Servet Özkan – F. Mine Temiz

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0103

Sayfalar: 1747-1780

18. yüzyıl Avrupa’sında yaşanan Sanayi Devrimi, 19. yüzyılın ilk yarısında
geliştirilen demiryolu ulaşımı ile hız kazanmıştır. İngiltere topraklarında
başlayan demiryolunun serüveni devam eden süreçte tüm kıtaya
yayılmış, askeri, ekonomik, siyasi ve kültürel dinamiklerin yeniden şekillenmesinin
önünü açmıştır. Demiryolu ile hızlanan ulaşım, insanın, ürünün
ve fikir akımlarının hareket ve yayılma kabiliyetinin gelişimine sebep
olmuştur. Demiryolu asrı olarak da adlandırılan bu yüzyıl içinde Osmanlı
İmparatorluğu’nun demiryolu ile tanışma süreci 1850’lere kadar gider. Avrupalı
şirketler Osmanlı topraklarında demiryolu inşasını ve imtiyazını kazanmak
amacıyla pek çok girişimde bulunurlar. İngilizlere verilen imtiyaz
ile 1857’de başlayan ve ancak 1866’da hizmete açılan İzmir-Aydın demiryolu
hattı, Anadolu’da uygulanan ilk demiryolu projesi olması bakımından
önem arz eder. II . Abdülhamid döneminde ise demiryolu inşası hız kazanır.
Bu dönemde Rumeli demiryolu ile birlikte Anadolu, Bağdat ve Hicaz demiryolları
Osmanlı topraklarındaki demiryolu ağının ana omurgasını oluşturmaktadır.
İngiliz-Fransız ve Alman şirketlerin imtiyaz almasıyla inşa
edilen (Hicaz Demiryolu hariç) bu hatlardan Konya’da başlayıp Basra’ya
kadar uzanan Bağdat Demiryolu Hattı, siyasi, askeri ve ekonomik yönüyle
kritik bir öneme sahiptir. 1903’te Alman sermayesi ile kurulan Bağdat
Demiryolu Şirketi, Konya, Adana, Halep, Musul ve Bağdat gibi önemli
kentler arasında kuracağı demiryolu ağı inşasına özellikle Birinci Dünya Savaşı öncesinde hız kazandırır. Söz konusu hattın geçtiği kentlerde ve
kasabalarda inşa edilecek istasyon binaları da yine şirket tarafından belirlenen
tipoloji çerçevesinde uygulanır. Çalışmamızın ana temasını oluşturan
Katma İstasyonu Binaları da bu süreç içerisinde Bağdat Demiryolu Şirketi
tarafından 1912’de inşa edilmiştir. Suriye’nin kuzeybatısında Afrin’e bağlı
bir köy statüsünde olan Katma’daki istasyon, yolcu binası, ambar, hela,
su deposu (alimantasyon) ve lojmandan oluşan bir dizi yapıdan meydana
gelmektedir. 2018 yılında Afrin tarihi ve kültürünün araştırılması amacıyla
Hatay Valiliği görevlendirmesi kapsamında incelenen yapı topluluğu,
fotoğraflarla belgelenmiştir. Günümüzde yapıların Suriye’deki savaştan
etkilendiği ve kullanım dışı olduğu görülmüştür. Çalışmamızın amacı, yok
olma tehlikesiyle karşı karşıya olan söz konusu yapı grubunu sanat ve mimarlık
tarihi araştırma yöntemleri çerçevesinde değerlendirmek ve bilim
camiasına tanıtmaktır.

The Industrial Revolution experienced in 18th century Europe gained
momentum with the railway transportation developed in the first half
of the 19th century. The adventure of the railway, which started on the
territory of England, spread to the whole continent in the ongoing process,
paving the way for the reorganization of military, economic, political,
and cultural dynamics. Accelerated transportation by railway has led to
the development of the ability of people, products and ideas to move
and spread. In this century, which is also called the railway century, the
process of meeting the Ottoman Empire with the railway goes back to
the 1850s. European companies made many attempts to win the railway
construction and concession in the Ottoman lands. İzmir-Aydın railway
line, which started in 1857 with the concession given to the British and
was put into service only in 1866, is important in terms of being the first
railway project implemented in Anatolia. In the period of Abdulhamid II ,
the construction of the railway gains speed. In this period, together with the
Rumeli railway, the Anatolian, Baghdad and Hejaz railways constitute the
main backbone of the railway network in the Ottoman lands. The Baghdad
Railway Line, which starts in Konya and extends to Basra (excluding the
Hejaz Railway), is of critical importance in terms of politics, military and
economy. The Baghdad Railway Company was established in 1903 with
German capital accelerated the construction of the railway network to be
established between important cities such as Konya, Adana, Aleppo, Mosul
and Baghdad, especially before the First World War. The station buildings
to be built in the cities and towns where the said line passes are also applied
within the framework of the typology determined by the company. The
main theme of our work, The Katma Station Buildings, were also built
in 1912 by the Baghdad Railway Company in this process. The station
in Katma, which has the status of a village in Afrin in the northwest of
Syria, comprise of a series of structures consisting of a passenger building,
warehouse, toilet, water tank (alimentation) and lodging. The building
complex, which was examined within the scope of the assignment of the
Hatay Governor’s Office for the purpose of investigating the history and
culture of Afrin, was documented with photographs in 2018. Currently,
it has been determined that the structures have been affected by the war
in Syria and out of use. The aim of our study is to evaluate the building group, which is in danger of extinction, within the framework of art and
architectural history research methods and to introduce it to the scientific
community.


Yozgat Esenli Köyü Köy Odalarının Sanatsal ve Sosyo-Kültürel İşlevleriyle İncelenmesi

Tuğba Bağbaşı

ORCID:

DOI: 10.32704/9789751751683.2024.0104

Sayfalar: 1781-1812

Köy odası, köy halkı tarafından imece usulü olarak veya köyün ileri
gelen varlıklı aileleri tarafından inşa ettirilip, köyün ortak kullanımına
sunulan halk sanatı ürünleridir. Uzun kış geceleri köy erkeklerinin toplanıp,
sohbetler ettiği, oyunlar oynadığı, çeşitli cönk hikâyelerinin okunduğu
sosyalleşme mekânlarıdır. Ayrıca bu mekanlar düğünlerde, cenazelerde,
asker uğurlamalarında ve uzaktan gelen misafirlerin konaklaması içinde
kullanılmıştır. Sadece konaklama ve eğlence amaçlı olmayan bu odalar; bir
takım sosyal ve kültürel olayların da yaşandığı mekânlardır.
Köy odaları, sosyal dayanışma, arabuluculuk, halk eğitimi, dini konular
gibi önemli sosyo-kültürel ve toplumsal konuların yaşanması açısından
önemli yapılardır. Arabuluculuk açısından incelendiğinde; husumetli kişilerin
arasını bulma, tarla davaları, ailesel konular mahkemeye gitmeden,
köy odası içerisinde büyükler tarafından sorun halledilir ve sulh olunurdu.
Köy odaları dışarıdan bakıldığında yalın cephe anlayışıyla inşa edilen,
fakat iç mekânında süslemelerin yer aldığı halk sanatı örnekleridir. Süslemeler
genellikle tavan göbekleri, yüklük, gömme dolap, ahşap sedirler
üzerinde yoğunlaşmaktadır.
Bu bilimsel araştırmanın konusu, Yozgat İl merkezine bağlı Esenli
Köyü’nde yer alan üç adet köy odasından oluşmaktadır. Araştırmanın
konusu olan köy odaları, mimari ve süsleme açısından incelenecek olup,
bilim dünyasına tanıtılacaktır. Ayrıca bu köy odalarının sosyal işlevlerine
değinilerek, Türk halk kültürü içerisindeki yeri belirlenmeye çalışılacaktır.
Bu odaların mimari özelliklerine değinmeden önce köy odalarının hangi
amaçla yapıldığı, Türk kültürü açısından önemleri hakkında bilgi verilecek;
köy odalarındaki geleneklerden de bahsedilecektir.

Village chambers are folk art products that are built by the village
people as a community or by the wealthy families of the village and offered
to the common use of the village. They are socializing places where village
men gather, chat, play games and read various cönk stories on long winter
nights. In addition, these places were used in weddings, funerals, military
farewells and accommodation of guests from afar. These rooms are not just
for accommodation and entertainment; They are places where some social
and cultural events take place.
Village chambers are important structures in terms of experiencing
important socio-cultural and social issues such as social solidarity,
mediation, public education, and religious issues. When examined in terms
of mediation; The problems were settled and settled by the elders in the
village room, without going to the court, to settle the conflict between the
people, field cases, family matters.
Village rooms, when viewed from the outside, are examples of folk
art, which were built with a simple façade approach, but with ornaments
inside. Decorations generally focus on ceiling cores, closets, built-in
wardrobes, wooden ottomans.
The subject of this scientific research consists of three village rooms
located in Esenli Village of Yozgat city center. Village rooms, which are
the subject of the research, will be examined in terms of architecture and
decoration and will be introduced to the scientific world. In addition, the
social functions of these village chambers will be mentioned and their place
in Turkish folk culture will be tried to be determined. Before mentioning
the architectural features of these rooms, information will be given about
the purpose of the village rooms and their importance in terms of Turkish
culture; The traditions in the village rooms will also be mentioned.